İslam İrfanının Kökeni

İslam İrfanının Kökeni

İslam İrfanının Kökeni

Ayetullah Ş. Ali Rızaî Tahranî

Her ne kadar kimileri, İslam irfanı için İslam'dan öncesine dayanan bir geçmiş bulmaya ve ona Yunan, Hind, Hristiyan vs. boyası vurmaya çalışmışsa da araştırmacılar çok iyi bilir ki değerli İslam irfanının kıymetli ilmi, İslam kültürünün kucağında doğmuş, yetişmiş ve kemale ermiş en iyi ilimlerden biridir.

Şehid Mutahhari'nin Görüşü

Üstad Mutahhari bu meselede üç görüş bulunduğunu belirtmektedir:

Birinci görüş âriflerin bizzat kendi görüşüdür. İslam âriflerinin iddiaları şudur: İrfan, Müslümanların özünü İslam'dan aldığı ve hakkında birtakım kriterler, kurallar ve ilkeler keşfettiği ilimlerden biridir; tıpkı fıkıh, usül, tefsir ve hadis gibi.

İkinci görüş bazı oryantalistlerin ve İslam dünyasında âriflere muhalif olanların görüşüdür. Onlar, irfan ve irfanî düşüncelerin hepsinin İslam dünyasının dışından İslam'a girdiğine inanmaktadırlar. Tıpkı tıp ve matematik gibi. Bu kesim irfan için bazen Hristiyan köken varsayar ve der ki: "İrfanî düşünceler, Müslümanların Hristiyan rahiplerle irtibatının neticesidir." Bazen de onu, İranlıların İslam'a ve Araplara karşı tepkisi olarak nitelendirir. Yahut Yeni Eflatuncu felsefenin ürünü olarak tanıtır. Bazen de Budist fikirlerden alındığını varsayar.

Üçüncü görüşe göre irfan, ister teorik kısımda, ister pratik kısımda olsun ilk temellerini bizzat İslam'dan almış ve bu temeller için kurallar, kriterler ve ilkeler beyan etmiştir; ama aynı zamanda harici akımların etkisi altında ve özellikle de başta İşrak felsefesi olmak üzere kelami ve felsefi düşüncelerin tesirinde kalmıştır.[1] Daha sonra ikinci görüş hakkında şöyle der: "Bu kesimin varsayımının hiçbir şekilde teyit edilemeyeceği bir gerçektir. İlk İslamî temeller, bu grubun cehaletle veya kasten farz ettiğinden çok daha zengindir."[2]

Üstad Mutahhari başka bir yerde de şöyle demektedir: "Nazari irfanın tamamına Kur'an ayetlerinden ve büyük hak evliyasının, özellikle de Emîrü’l-mü’minîn'in (a.s) sözlerinden şahitler bulunabilir."[3]

Yazarın Görüşü

Bu satırların yazarına göre bu mesele, zikredilen görüşlerin sentezi şeklinde açıklanabilir. Aslında bu sentez, İslam kelamı, İslam felsefesi, İslam fıkhı ve hukuku, tefsir vb. gibi diğer İslamî ilimler için de geçerlidir. Eğer kastedilen, İslam dininde ıstılah olarak irfan ilmine sahip olduğumuz ise bu kabul edilemez. İslam'da ve diğer ilahi dinlerde sistematik ve adı konulmuş hiçbir ilim mevcut değildir. Yok eğer kastedilen, İslami irfan ilminin sermayesini oluşturan önermelerin İslam'da bulunduğu ise bu doğrudur. Bu kadarını diğerleri de söylemiştir.[4]

Yazar açısından eklenmesi gereken şudur ki, insan, tamamının da dikkate alınması lazım olan çeşitli boyutlara sahiptir. İnsanın uzuvları vardır, beyni vardır, kalbi vardır. İnsanın organları onun eylemselliğinin göstergesidir. Beyin fikir ve düşüncenin, kalp de duygu ve aşkın simgesidir.

İnsanın bu boyutlarından herhangi birinin inkâr edilmesi, onun varlığının bir kısmının inkârı anlamına gelir. Görüş, fiil ve eğilim insanın ayrılmaz varoluşsal boyutlarıdır. Öte yandan din de insanı inşa eden mekteptir. İlahi peygamberlerin şiarı şu olmuştur:

"إِنْ أُرِيدُ إِلاَّ الإِصْلاَحَ مَا اسْتَطَعْتُ"

"Benim, -gücüm yettiğince- âlem ve âdemi / insanı ıslahtan başka bir niyet ve işim yoktur."[5]

Dolayıısyla dinin, insan varlığının temel boyutlarını inşa etmek için bir söz ortaya koymaması mümkün değildir. Bilakis, bu satırların yazarına göre, bir tasarım ve görüş sunmasına ilaveten (pratiğe yönelik) belli bir programı da olmalıdır. Nitekim vardır da. Bizim üzerimize düşen, yalnızca bu mücevher sözleri ve çok kıymetli programları dinin metninden bulup çıkarmak ve onlarla amel etmektir.

İnsanın en önemli varoluşsal boyutlarından birisi olan ve dinin onun hakkında düstur ve programları olan boyutu gönül boyutudur. Rahman'ın arşı[6] veya şeytanın yuvası[7] olabilen, pâk ve selîm[8] veya hastalıklı[9] olabilen, (hakka) açık[10] veya mühürlenmiş[11] olabilen bir kalptir bu. Evet, gönül, muhabbet ve nefret, üzüntü ve mutluluk, açıklık ve mühürlülük, daralma ve ferahlık, aydınlık ve karanlık, şevk ve tiksinti hissinin yeridir. Dinin, özellikle de son dinin onun hakkında hiçbir programının olmaması, hiçbir söz söylememesi nasıl mümkün olabilir? İmam Bakır (a.s) Ziyad Esved'e şöyle buyurdu:

"هَلِ الدِّینُ الاّ الحُبُّ"

"Din muhabbetten başka bir şey midir?" [12]

Öyleyse İslam'ın, bir din olarak manevî ve irfanî verilerden nasipsiz olması imkânsızdır. Bu verilerden istifade etmek ve irfan ilmini bulup çıkarmak İslam âlimleri ve muhakkiklerinin işidir. İslam ârifleri işte bu verilerden yararlandıklarını ve İslam irfanının kıymetli ilminin temelini İslam dininin birinci el kaynaklarında -yani Kitap ve Sünnet- geçen esasa göre attıklarını ileri sürmektedirler.

Sözkonusu olan, bu istifadenin, gerektiği ve hakettiği gibi gerçekleşip gerçekleşmediği değildir. Bilakis burada dikkat edilmesi gereken şudur ki, öncelikle, İslam dini manevî ve irfanî muhtevadan yoksun değildir. Ayrıca, İslam dışı manevî akımlarla karşılaştığında etkilenmekten çok, etkileyici olmuştur. Onları içinde hazmetmiş ve kendisi onların içinde hazmedilmemiştir.

Bu üç iddiadan birincisini ispatladık. İkinci ve üçüncü iddialar, irfan ilminin tarihçesine ve irfana dair yazılmış kitaplara hızlı bir bakışla gayet güzel kanıtlanabilir. Bu kitaplar baştan sona ayet ve hadislerle, Rasül-i Ekrem (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları’nın (a.s) sözlü ve fiili sünnetinden şahitlerle doludur. O kadar ki Gazzâlî'nin İhyau Ulumi'd-Din'i ve Mevlana'nın Mesnevi'si gibi bazı ahlak ve irfan kitaplarında geçen hadisler konusunda bağımsız kitap bile yazılmıştır. Hatta Merhum Molla Abdussamed Hamedanî'nin (rh) Bahru'l-Meârif kitabında birkaç bin ayet ve rivayet zikredilmiştir.

İki Nokta

1. Altı çizilmesi gereken birinci nokta şudur: Üç iddianın ispatlanması, İslam âriflerinin manevî ve irfanî verilerden istifadesinin, gerektiği ve hak ettiği seviyeye ulaştığı iddiasının tamamen kabul edileceği anlamına gelmez. Denebilir ki fakihler Kur'an ve Sünnet'in fıkhî ve hukukî sermayesinden daha çok ve daha metodik istifade etmişlerdir.

2. Kendini yetiştirmenin pratik programını, seyrü sülûk ve Hazreti Hakk’ı irfanî anlamda tanıma yolunu, Kitap ve Sünnet'in metninden keşfetmek İslam düşünürlerinin işidir. Büyük âlimlerin bu sahada takdire şayan gayretleri olmuştur. Hâce Abdullah Ensarî'nin Menâzilu's-Sâirin kitabı, Allame Bahru'l-Ulum'a isnat edilen Seyrü Sülûk kitabı, Merhum Şeyh Hüseyin Bahranî'nin Ahlak risalesi, Molla Abdussamed Hamedanî'nin Bahru'l-Meârif'i, Molla Muhsin Feyz Kaşanî'nin el-Mehaccetu'l-Beydâ'sı bu çabaların örneklerindendir. Fakat şeriatta içtihat kapısı hiçbir zaman kapalı olmadığı gibi tarikatta da böyledir. Daha öncede söylediğimiz gibi, sahih irfanın yollarının çok sayıda ve muhtelif olmasının etkenlerinden biri de bu olabilir.

İrfan Kelimesinin Anlam Tablosu

İrfan Kelimesinin Anlamlarının Açıklaması

İrfan kelimesi toplamda beş ayrı anlamı ifade eder. Yani birbirinden ayrılması gereken beş anlamda kullanılır. Aşağıda bu farklı kullanımlar ve anlamlar hakkında açıklamada bulunduk:

- Kimi zaman irfan, amel sınıfına giren şeylere atfedilir. Bu kullanışta irfan, amelî seyrü sülûk manasına gelir. Filan şahsın irfan vadisine düştüğü ve ehl-i irfan olduğu söylendiğinde o kişinin sülûkun âdâbı ve amelleriyle meşgul olduğu kastedilir.

- Kimi zaman da ilim ve marifet sınıfına giren şeylere atfedilir. Bu durumda irfan bazen ilm-i huzurî sınıfına atfedilir. İrfan bu anlamda keşfin ta kendisi ve onun semeresidir, seyrü sülük neticesinde ortaya çıkar ve kendisi de iki çeşittir:

1. Kemale ermeden önce sülûk mertebelerinde yükselmekle hâsıl olan keşif ve ilm-i huzurî.

2. Kemal makamına ulaşmakla hâsıl olan keşif ve ilm-i huzurî.

Marifet ehli, sâlik için sülûk esnasında hâsıl olan marifet ile kemal makamına ulaşmakla hâsıl olan marifet arasında temel farklılık bulunduğunu düşünmektedir.

- Kimi zaman ilm-i husulî sınıfına giren şeylere atfedilir. Bu da iki kısımdır: İlmî/nazarî/teorik irfan ve amelî/pratik irfan.

İlmî veya nazarî irfan, ârifin kozmolojik görüşlerini açıklamaya yönelen ve ârifin âlem, âdem ve onların yaratıcısına dair görüşünü şerheden ilimdir.

Amelî irfan, sülûkun amelî aşamalarını beyan etmekle ilgilenen ilimdir. Bu açıklama şahsi şühudun ürünü veya tahmin kuvvetidir. Kendi sermayesiyle -başkalarının sözlerini şerh ederek değil- sülûkun amelî aşamaları ve onları katetme yolunu açıklamaya koyulan kişi, ya ilm-i huzurî cinsinden olan kendi şühud ve keşfini ilm-i husulîye ve zihinsel kavramlara dönüştüren ya da kendi tahmin kuvvetiyle bu işe girişen âriftir.

Yazarın tahminine göre İbn Sina'nın, âriflerin makamları ve amelî irfanın beyanı hakkında olan İşarat'ındaki "Dokuzuncu Nemet" ikinci türdendir.[13] Galiba Hâce Abdullah Ensarî'nin Menazilu's-Sairin'i ve Allame Bahru'l-Ulûm'a isnat edilen Seyrü Sülûk, birinci gruptandır. Tahmin kuvvetiyle irfanın aşamalarını şerh etmek isteyen kimsenin tabii ki mucize seviyesinde veya ona yakın tahminde bulunması gerekecektir; yani İbn Sina'nın sahip olduğu gibi; çünkü ilm–i huzurî suretinde olan keşfin mahsulünün ilm-i husulîye dönüştürülmesinin kendine has sorunları vardır. Bunlara daha sonra değineceğiz.

Birkaç Nükte

1. Nokta: Eğitim ve Sülûk

İnsan-ı kâmil, kemalin ürünü olan huzurî ve şuhudi marifete-kavrayışa ulaşmıştır. Böyle birisi, zahiren eğitimsiz veya az eğitimli olsa da ilmî ve amelî irfanın bilgisine yabancı değildir. Üstad şöyle der:

"Seyyid Haşim Haddad  -Allah makamını yüceltsin- eğitim seviyesi Suyutî'nin (Şerh-i Elfiye) kitabı kadardı. Bana yazdığı mektuplarında imla hataları vardı; ama aynı zamanda İbn Arabi'nin Fütuhatu'l-Mekkiye'sini mütalaa edebiliyor ve anlayabiliyordu. Bazen de Muhyiddin'i tenkit ediyordu."

Meselenin sırrı, kâmil ârifin bizzat kendisinin yolu kat etmiş olmasıdır. Böylece sülûkun aşamalar, makam ve hallerinin hepsine hâkimdir. Amelî irfan ilminin misyonu da bunları açıklamaktan başka bir şey değildir.

Nazarî irfan ilmi ise ârifin kozmolojisinin aklî açıklamasıdır. Öyleyse bu ilim, onun görüşlerinin ilmî lisanıdır. Evet, kâmil ârifin medrese veya üniversitede okumamış olması mümkündür ve bu yüzden ıstılahlara vakıf olmayabilir veya az vakıf olabilir; fakat bu iki ilmin hakikatinden habersiz değildir.

2. Nokta: Vahiy, Gizemli Kavrayış

Vahiy bir idrak çeşididir; ama hakikati bize meçhuldür. Hakikatinden sadece peygamberlerin haberdar olduğu gizemli bir kavrayıştır. Vahiy, sıradan bir beşerin elde ettiği bütün idrak ve kavrayışlardan üstündür. Bütün insanların ve hatta evliyanın peygamberler silsilesine ihtiyacının da sebebi budur. Fakat burada üç konuyu hatırlatmak yerinde olacaktır:

1.Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاء إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ"

"Allah'ın onunla konuşması hiçbir beşer için olacak iş değildir. Vahiy yoluyla veya perde gerisinden olması ya da elçi gönderip kendi izniyle dilediğini vahyetmesi hariç. O, işi ölçüp biçen yüksek mertebedir." [14]

Bu ayete dayanarak denmelidir ki, vahyin hakikati, meleğin -Cebrail gibi- inmesi veya ses yaratarak konuşmaktan başka bir şeydir.

Öyle görülüyor ki vahiyde bir perde ve vasıta söz konusu değildir. Peygamberin kendisi, Allah'ın zatıyla doğrudan irtibat kurar. İşte bu nedenle bu hal oldukça ağırdır. O kadar ki rivayetlerde şöyle geçmektedir:

"Peygamber en güçlü devenin üstünde bile oturuyor olsa deve yere yatıyor ve Peygamber baygınlığa benzer bir hale giriyor, terliyordu."[15]

Peygamber'in bu haletine "Berhau'l-Vahy" denilmektedir.

2. Mübarek Ramazan ayının gecelerinden birinde iftardan sonra tek başıma üstadın huzurundaydım. Bazı konular konuşuldu, bunlardan biri şuydu: "Vahiy halinin bir benzeri Allah dostları için de geçerli midir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Evet. Zatın tecellisi sırasında ârif kendini kaybeder ve beden ağırlaşır. Bu halden çıktığında kemiklerinin, özellikle de eklemlerinin ağrıdığını hisseder." Allah rahmet etsin, adeta kendi halini anlatıyordu.

Belki de ariflerin vahyin ve peygamberlerin ilahi ilişkisinin ürünü olan din hakkında "Keşf-i etem", İslam dini hakkında ise "Keşf-i etemm-i Muhammedî" tabirini kullanmaları bu yakınlık dikkate alındığından dolayıdır.

3. Evliyanın peygamberler ve onların hanedanına gösterdikleri büyük saygının sırrı da bu temel farktan ibarettir. Evliya peygamberleri ve onların vasilerini kendileri için velinimet olarak görmekte ve hiç kimseyi onlarla kıyaslamazlar, kıyaslamayı da doğru bulmazlar. 

Üstadın büyük oğlu şöyle dedi: "Suriye'de babamla birlikte Muhyiddin Arabi'nin mezarını ziyaretten dönüyorduk. Kendisine sordum: "Muhyiddin'in makamını Hz. Rukayye bintul Hüseyin'in makamıyla kıyaslamak mümkün müdür?" Şöyle buyurdu: "Böyle bir kıyas yanlış olur. O hanedanın farklı bir konumu vardır. Hiç kimseyi onlarla mukayese etmemek lazım."

Bu satırların yazarının hatırındadır, Üstad, Selman Farisî'nin müteahhir muhaddislerden biri tarafından Ebu'l-Fazl Abbas b. Ali (a.s) ile karşılaştırılmasından rahatsız olmuştu. Bunu, "kıyası maal farık" (alakasız iki şeyi kıyaslamak) olarak kabul ediyordu.

3. Nokta: Bir Şüphe, Birkaç Cevap

Vahyin en üstün idrak olduğunu biliyoruz. Öte yandan münezzeh bir idraktir, vehim ve hurafelerden uzaktır. Hamdolsun herkesin de bunlara ulaşabilme imkânı vardır. Kur'an ve Sünnet umumun erişimine açıktır ve herkes için anlaşılabilirdir. Zira hem Kur'an'ın muhtevası kolay ve anlaşılırdır, "وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ  / Kesinlikle Kur'an'ı öğüt alacaklar için kolaylaştırdık. Öyleyse öğüt alacak yok mu?" [16], hem de dili açıktır, "بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ  / Aşikâr Arapça lisanıyladır." [17]

Bunlar göz önünde bulundurulduğunda şöyle sorulabilir: Bu durumda, idrakin aklî idrak, şühudî ve irfanî idrak gibi diğer kısımlarının peşine düşmemizde ne zaruret vardır? Neden suyu elde etmek için dünyayı dolaşalım da sonunda serapla gönlümüzü hoş edelim?

Bunun cevabı şudur:

Birincisi, aklî ve irfanî idraklere yönelmek, insanın benlik ve kimliğinin bir parçasıdır. Bu yüzden de görmezden gelinebilecek bir şey değildir.

İkincisi, vahyin mahsülü olan şeriat bizi bu tür idraklere çağırmaktadır. Akletmeye, tefekküre ve sahih şühuda ulaşmaya davet eden ayet ve rivayetler "manevî tevâtür" seviyesinden fazladır.

Üçüncüsü, aklî idrak ve şühudun kendine has kriteri vardır. Onların sahihliğini ölçmenin en önemli kriterlerinden biri de vahye uygun olup olmadıklarıdır.

Dördüncüsü, akıl ve şühud, vahyin içeriğinin doğru ve derin anlamanın iki aracı olabilir.[18]

Beşincisi, ne yazık ki günümüzde Sünnet'ten elimizde olan şey Sünnet'in kendisi değildir. Bilakis Sünnet'ten bahseden rivayetlerdir. Sünnet'ten söz eden nakillerin hüccet olabilmesinin de birtakım şartları vardır ki bunları her yerde bulmak mümkün değildir. Bu sorun, Kur'an ayetlerinin tefsiri hakkında nakledilen rivayetlerde de mevcuttur.[19]

4. Nokta: Beşerin Yedi Tür İdraki ve Onlara Sahip Olma Kriteri

İnsanda idrakin şu kısımları vardır:

1) Duyusal idrak, 2) Hayalî idrak, 3) Vehmî idrak, 4) Aklî idrak, 5) Sülûkla elde edilen şühudî idrak, 6) İrfanla elde edilen şühudî idrak, 7) Vahiyle elde edilen idrak. Elbette ki kastedilen, bütün bireylerin bu yedi kısmın tamamına sahip olduğu değildir. Bilakis her insan yetenek ve kapasitesine uygun olarak bu idraklerden nasiplenir.

Vahiyle elde edilen idrak, peygamberlere mahsustur. İrfanî idrak kâmil insanlara hastır. Sülûk idraki sâliklere ve riyazetle uğraşanlara özgüdür. Aklî idrak -küllîyi, küllî olması hasebiyle idrak manasında- bazı hikmet ehline ve sâliklere mahsustur.[20] Eğer genel anlamda küllî tasavvurları idrak etme anlamında olursa, bu tür kavrayış ve idrak diğer insanlarda da vardır.

Vehmî, hayalî ve duyusal idrak geneldir ve herkes onlardan yararlanabilir. Araçtan yoksunluğun mahrumiyet sebebi olması tabii ki doğaldır. Mesela körün görme idraki yoktur. Bu yüzden, "Bir duyusunu kaybeden, bir idrak türünü kaybetmiştir." denmiştir.

5. Nokta: Akıl, Din ve Şühud Çatışmaz

Anlatılanlardan çıkan sonuç şudur ki, akıl ve din ya da akıl ve aşk arasında çatışma bulunduğundan bahseden kimi cümleler eğer edebi bahisler ve romantik münazaralardan öteye geçmezse kabul edilebilir; ama eğer ciddi bir renge bürünürse makbul olmayacaktır. Doğru keşfin sonucu, akl-ı selim ile elde edilen anlayış ve vahiyden elde edilen doğru kavrayış ile asla çelişmez, çelişemez; çünkü hakikatlerin göreceli olduğu iddiası hiçbir şekilde kabul edilemez. Akıl bizi aşka ve vahye çağırır. Vahiy de akıl ve keşfi, kendisini anlamanın araçları olarak teyit eder. Bu konuya kitabımızın"seferin bineği" bölümünde değindik. Önemli olan, bu sahalarda her birinin konumunun korunmasıdır.

Evet, bazen ârifler akılcıları akıldan öteye geçip aşk yoluna adım atmaya teşvik ederler. Bu, akıldan el çekmek manasına gelmez. Bilakis akılda takılıp kalmama anlamını ifade eder. Kastedilen, aklın kalbin ayakbağı olmaması, böylece de melekut ve ceberut âleminde dolaşabilmesidir.

Şeyh Bahaî şöyle der:

Ne zamana dek (İbn Sina’nın) Şifa'sından şifa isteyeceksin

Zehir kâsesinden ilaç isteyeceksin[21]

Mir Fendereski şöyle der:

Bu sözü kavrayamaz hiçbir zahiri idrak

 İster Ebu Nasr Farabi ol, istersen İbn Sina[22]

Hafız şöyle der:

Müddei (iddiacı) sırrın seyirhanesine gelmek istedi

Ama gayb eli çıkarak namahremin göğsüne vurdu (onu geri çevirdi.)

Elbette bazı arifler bu konuda ifrata düşmüş ve aşırıya kaçmış olabilirler. Bu ifratın bir örneğini Sadreddin Konevî'nin İ'cazu'l-Beyan kitabında görüyoruz. Orada akılcı kanıtlarla Aristo mantığını eleştirmek istemiştir.[23]

Dipnotlar

[1] Murtaza Mutahhari, Âşinayi ba Ulûm-i İslamî, irfan bölümü, üçüncü ders.

[2] A.g.e. Daha fazla bilgi için bkz: Seyyid Muhammed Hüseyin Hüseynî Tahranî, Ruh-u Mücerred, s. 88; Murtaza Mutahhari, Reveş-i Realism, c. 5, mukaddime; Seyyid Celaleddin Aştiyanî, Şerh-i Mukaddime-i Kayserî, s. 62.

[3] Murtaza Mutahhari, Temaşageh-i Raz, s. 55.

[4] Bkz: Murtaza Mutahhari, Âşinayi ba Ulûm-i İslamî, mukaddime.

[5] Hud (11) 88.

[6] “انَّ القَلْبَ المُؤْمِنِ عَرْشُ الرَّحْمَنِ" (Şüphesiz müminin kalbi Rahman’ın arşıdır.) rivayetine işaret. (Muhammed Bakır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 55, s. 40).

[7] Hz. Ali’nin (a.s) “فَباضَ وَ فَرَّخَ فی ضُدُورِهِم” (Şeytan gönüllerinde yuva yaptı, yumurtladı.) sözüne işaret. (Nehcu'l-Belağa, Hutbe 7).

[8] “إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ”(Allah'a arınmış ve temiz bir kalp ile gelen başka.) (Şuara 89) ayetine işaret.

[9] “فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ” (Kalplerinde hastalık vardır) (Bakara 10) ayetine işaret.

[10] “أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ” (Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı?) (Zümer 22) ayetine işaret.

[11] “خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ” (Allah, kalplerini mühürlemiştir.) (Bakara 7) ayetine işaret.

[12] Muhammed b. Yakub Kuleynî, el-Kâfi, c. 7, s. 80.

[13] Ebu Said Ebu'l-Hayr ve İbn Sina'nın buluşma öyküsü ve ikili arasında görüş alışverişinde bulunulan konular, eğer doğru nakledilmişse, bu iddiayı desteklemektedir. Şehid Mutahhari'ye göre İbn Sina'ya hitap ve azarlama niteliğinde olan Hafız'ın bazı beyitleri de bunu teyit etmektedir.

[14] Şura (42) 51.

[15] Ali b. İbrahim Kummî, Tefsir-i Kummî, c. 2, s. 369; Muhammed Bakır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 18, s. 261 ve 264, c. 20, s. 285.

[16] Kamer (54) 17.

[17] Şuara (26) 195.

[18] Bu satırların yazarı, Allame Tabatabai'nin (rh) Kitap ve Sünnet'i dakik anlamasındaki eşsiz başarının sebeplerinden birinin, o büyük şahsiyetin derin akılcı idraki ve sağlıklı irfani şühudu olduğunu düşünmektedir.

[19] Daha fazla bilgi için bkz: Ali Rızaî, “Nigahi be Goftugu der bare-i el-Mizan”, Mecelle-i Pejuheşhâyi Kur'anî, 1376 hicri şemsi, 11 ve 12 (Bu makalede, Hüccetulislamlar Dr. Sadıki, Hadi Marifet ve Seyyid Cafer Seyyidan ile yapılan söyleşilerde geçen değerli el-Mizan tefsirine yöneltilmiş tutarsız eleştirilere cevap verilmiştir.)

[20] Üstad Cevad Âmulî şöyle anlatır: Allame Tabatabaî'ye sordum: “Acaba siz ‘külli bima hüve külli’yi (küllîyi, küllî olması hasebiyle) idrak edebiliyor musunuz?” Şöyle buyurdu: “Evet. Hikmet-Felsefe ehli der ki, insanların külli olarak idrak ettikleri şey aslında o değil, bireylerde kendini gösteren küllîdir.” (Daha fazla bilgi için İslam felsefesi kitaplarının “ilim” bölümünün “idrakin çeşitleri” kısmına bakılabilir.)

[21] Muhammed Bahaî, Külliyat-i Divan-ı Şeyh Bahaî, Risale-i Şir ve Şeker, s. 142.

[22] Mir Fendereski'nin meşhur kasidesi. Bu kaside birkaç kez şerhedilmiştir.

[23] Sadruddin Konevî, İ'cazu'l-Beyan, s. 15-20.

Güncelleme Tarihi: 24 Mayıs 2023, 10:43
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER