Seyr-i İlallah ve Sülûkun Faydaları

Seyr-i İlallah ve Sülûkun Faydaları

Seyr-i İlallah ve Sülûkun Faydaları

 

1. İnsan Olmak

Bu faydanın izahı "seferin maksadı" bölümünde gelecektir.

Sülûk yolunda hedef, "esfâr-ı erbaʿanın tekmili" ile gerçekleşen "insan-ı kâmil" olmaktır. Fakat birinci sefer daha önemlidir; çünkü onda sülûk, irade ve tercihe bağlı değildir. Bu seferin sonu "marifetullah"tır. Bu marifetten kasıt da şühuda dayalı tanıma olduğundan marifet makamına vasıl olan sâlik "likaullah"a kabul edilmiş demektir.

"Marifetullah", "nefis marifeti" olmaksızın mümkün değildir; çünkü "مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ / Kim nefsini tanırsa Rabbini tanır." Nefsin hakikatini tanıma da "zâtın rabbani tecellisi"yle gerçekleşen "fenâ fillah"tan başka yolla tahakkuk etmez. Fenâ ise iradeye dayalı çaba ve gayretle değil, cezbe ve tecelliyle suret bulur. Orası iradeyi terk vadisidir, karar ve irade değil. Tabii ki evliyanın çoğunluğu fenâ makamını geçip "bekābillâh " makamına ulaşır. Fenâ makamının elde edilmesi "iradeyi terk"ten başka yolla mümkün değildir. Fena makamına erişen insan "hakku'l-yakin"e ulaşır ve "vatan-ı asli"sini idrak eder. Bu, "İnsan Allah'a aittir ve ona dönecektir"den (انّا لله و انّا الیه راجعون) başka bir şey değildir. Böyle bir insan "tevhid makamı"na ulaşmış ve "gerçek muvahhid" olmuş demektir. Tevhid velayetin ta kendisi ve velayetle aynı şey olduğundan bahtı açık böyle bir sâlik "velayet makamı"na yol bulmuş ve "veliyyullah" olmuştur. Velayet ve tevhid makamı, fiil cenneti bir yana, mertebe bakımından isim ve sıfatlar cennetinden daha üstün olan "cennetu'-zât"ın aynısıdır.

2. Tuzaktan Kurtulmak ve Şeytanın Menzilinden Çıkmak

İnsan-ı kâmil muhlislerin makamına ulaşır ve Kur'an-ı Kerim'in nassına göre şeytanın menzilinden çıkar, yoksa şeytan ona merhamet ediyor değildir. Şeytan kimseye acımaz. Bilakis kılıcı kesmemekte, bu yüzden de gardı düşmektedir.

3. Sükûnet İçinde Yaşamak

Allah, kalbin sükûnetini Hakkı zikretmenin semeresi kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ"

 "Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." [1]

Ama bir insan kemale ermedikçe korku ve hüzünden çıkmış değildir. Zira kâmil olmayanlar şeytanın menzilindedir ve zaman zaman şeytan onu aldatır. Gerçi hemen kendine gelir ve geri döner. Kur'an bu kesim hakkında şöyle der:

"إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَواْ إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِّنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُواْ فَإِذَا هُم مُّبْصِرُونَ"

"Gerçek şu ki, Allah'tan sakınanlara şeytan tarafından bir vesvese eriştiğinde Allah'ı anar ve o an gözleri açılır." [2]

Fakat Allah dostları böyle değildir. Onların ne gelecekle ilgili korkuları vardır, ne de geçmişe dair üzüntüleri:

"أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ"

 "Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de." [3]

Onlar mutlak sükûnete ulaşmışlardır; çünkü:

"فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُّقْتَدِرٍ"

"Kudretli Allah'ın civarında sükûnete ermişlerdir." [4]

Evet, nefsinden vazgeçip Allah'a bağlanan kimse her türlü acı ve üzüntüden kurtulmuş ve Allah'ın emniyet hareminde sükûnete ermiş demektir.

Bunun sırrı nedir? İşin sırrı, sâlik eğer "hulûs" makamına erişirse, yani "muhles" olursa ümmü'l-fesad olan şeytanın menzilinden çıkacak ve Rahman'ın emniyet hareminde sükûnete erecektir. "Hulûs" makamının izahı "sülûkun maksadı" bölümünde gelecektir. Burada yalnızca şu kadarına işaret edilecektir ki, ârif, "varlığın sahih tefsiri"ne ulaştığında gerçek manada -hayali değil- yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenleri elde etmiş demektir. Görüş sahasında gerçek pınardan doyan, evham bataklığından, zanlar ve hayallerden vazgeçen ve neticede de olması gereken ve yakışık alanı varolduğu şekliyle -yani varlığın sahih tefsiriyle- tanıyan kimsenin düşünce ve amel sahasında hiçbir tür kaygı taşımaması ve "hakikatin izzeti"ne dair yakinle sükûnete ermesi doğaldır.

4. Pâk İnsanlarla Komşuluk

Âlemin tertemiz insanları, yani peygamberler, onların halifeleri ve Allah'ın evliyaları topraktan da olsalar gökler ötesine aittirler, toprağa değil. Ayakları halıya bassa da başları arşa değer. Hatta arşı ruhlarında taşırlar:

"قلبُ مؤمنِ عرشُ الرحمان"

 "Dosdoğru müminin kalbi Rahman'ın arşıdır." [5]

Pâk insanlarla oturup kalkmak pâk olmayı talep eder. Kirlilik, kuşku ve günahın sızmaya yol bulamadığı âlemde insan pisliğe geçit vermez.

Git kalbi siniler gibi yedi su yıka kinlerden

Sonra aşk şarabına kadeh ol, kadeh ol[6]

Ayna ol talih perisinin cemaline, talep için

Süpürge yap evi, sonra misafir talep et[7]

Sefer-i ilallah'ın önemli etki ve sonuçları arasında "kurb-i illallah / Allah'a yakınlık"a ulaşmak ve onun dergâhındaki mukarreblerle oturup kalkmak vardır. Peygamber'in (s.a.a) ashabı çok idi; ama Selman, hem Muhammedî ve hem "Biz Ehlibeyt'tendir"[8] oldu. Ali b. Ebi Talib'in (a.s) -cihad-ı ekber ve cihad-ı asgar sahnesinin aslanı- yaranı çoktur; ama Meysem Temmar gibi kişiler azdır. İmam Bakır'ın (a.s) talebeleri az değildi; ama Cabir b. Yezid Cu'fi bambaşka biriydi. İmam'la saatlerce yalnız başına oturup yetmişbin rivayet öğrenecek kadar kabiliyet kazanmıştı. Kimseye anlatmasına izin vermediği rivayetleri de; ama sinesi onca sırrı taşımaktan daralınca, evliyanın başı Ali b. Ebi Talib (a.s) gibi, İmam Sadık'ın (a.s) talimatıyla sırları çöldeki kuyu ve çukurlara anlatırdı.[9]

Âlemin pâk insanlarıyla oturup kalkmak, yüksek âlemlerde sülûk-i ilallah'ın en önemli ve en tatlı meyvelerindendir. Huriler ve köşkler nere, bu nere. Kamilu'z-Ziyaret'te bir rivayette şöyle geçer: Hüseynîler kıyamet günü Eba Abdillah el-Hüseyin'in (a.s) -kızıl aşkın imamının- huzurunda olmayı, cennetin hurilerinin yanında huzur bulmaya nasıl tercih ederler? Hazret cennete adım atmadıkça cennete ayak basmazlar. Adeta herşeyden önce Hüseyin'siz (a.s) cennet armağanını onunla buluşmaya bahşederler.[10]

5. Yaratılışın Hedefini Gerçekleştirme

Yaratılışın iki cihanda da hedefi ve gayesi insanı yaratmaktan başka bir şey değildir. Nitekim Allah, kudsi bir hadiste şöyle buyurur:

"یابن آدم خلقتُ الاشیاء لأجلک"

"Ey insan, ben herşeyi senin için yarattım." [11]

İnsanın yaratılış gayesi de Rahman'ın yakınına ulaşmaktan başka bir şey değildir. Hadisin devamında şöyle buyurulmuştur:

 "و خلقتک لأجلی",

"Ve seni ey insan, sadece kendim için yarattım." [12]

Sâlik insan sülûkuyla Rabbine yakınlaşır ve böylece yaratılışın en uzak ve en yüce hedefini gerçekleştirmiş olur. Bundan daha üstün bir fayda yoktur.

Allah'ın evliyasının, büyük ölçüde Hak Teâla’nın inayet ve alakasına mazhar olması sebepsiz değildir; çünkü Allah'ın, adeta onlar dışında gizli saklısı yoktur. Evet;

 "مَنْ کان لله کان الله له",

"Kendisini Allah'a has kılana Allah da kendisini ona has kılar." [13]

Peygamber Efendimiz (s.a.a), rivayetlerde "âheru'l-avalim", yani alemlerin en uzağı ve "ezlamu'l-avalim", yani alemlerin en karanlığı lakabı verilmiş[14] bu bayağı dünya ve madde âlemi hakkında şöyle buyurmuştur:

"خلقها ثم اعْرض عنها و لَم یَنْظُرْ إلیها حتی تقُومُ السّاعَة"

 "Allah, yaratılışın başından beri ona rahmet nazarıyla bakmadı. Kıyamet gününe kadar da bakmayacak." [15]

Böylesine geniş bir madde âleminin, Yüce Allah'ın rahmet konusu olmaması gerçekten şaşırtıcıdır. Fakat bunun mukabilinde Hak Teâla, müminin kalbini kendi arşı görmekte, böyle adlandırmakta ve saygınlığını Kâbe'nin hürmetinden daha üstün tutmaktadır. Bu, sâlik-i ilallah olan mümin insanın seyrü sülûkla kemale ermesi ve varlığın nihai gayesini gerçekleştirmesinden başka bir sebepten dolayı değildir.

Şu hâlde sefer-i ilallah fıkhî açıdan vacip değildir ve müstehaptır; fakat ahlakî ve irfanî bakımdan en üstün ve en fazla vaciplerden ve zaruretlerden sayılmıştır; çünkü en yüce ve en önemli faydaları beraberinde getirmektedir ve ulaşılan sonuçları da başka hiçbir iş ve hiçbir yolda bulunamaz.

 

Sülûkun Aklî Gerekliliği

Şimdi sülûk-i ilallah'ın aklî gerekliliğini incelemeye koyulalım ve akıl açısından sefer-i ilallah'ın lazım ve zaruri olup olmadığına bakalım.

Akıl, ilahî ahkâmı istinbatın kaynaklarından biri olarak, dar görüşlü küçük bir azınlık dışında herkesin nezdinde gündemdedir ve saygı görür. Şia'nın rivayetlerinde akıl "derunî peygamber" olarak tanıtılmıştır.[16] Tabii ki rivayetlerdeki akıldan kastedilen, bu kelimenin lugat ve örfteki meşhur manasından farklıdır; ama onun vesilesiyle Allah'ın hükmünün ispatlandığı aklî hükmün örneklerinin az olması da dikkat çekicidir. Usül ilminde bunun örneği yalnızca "mülazeme" konularında geçerli görülür.[17]

Hulasa soru şudur: Acaba sülûk-i ilallah akıl açısından gerekli midir? Cevaben bunun insanın peşine düştüğü hedefe bağlı olduğunu söylemeliyiz. Eğer mümin insanın hedefi cennete ulaşmak ve cehennemden kaçınmak ise sülûk vacip ve gerekli değildir; zira bu hedefin sülûk-i ilallah olmaksızın da temin edilebileceğini biliyoruz. Çoğu cennetliklerin gönül ve irfan ehli olmadığı kesindir. Eğer müminin hedefi cennetin Rabbine ulaşmak ve kendi tercihiyle esma Rabbin cemaline kavuşmaksa sülûk vaciptir. Bundan kaçış ve başka seçenek yoktur. Dolayıısyla insanın farklı hedeflerine göre sülûkun aklen gerekli olup olmadığını açıklanmaktadır.

Aşık sâlik Allame Muhammed Taki Meclisî[18] şöyle der:

"Ben kırk yıl insanlara yol göstermekle meşgul oldum, ama şer'î riyazetler yoluyla sülûk ve ibadet etmiş bir tek kimse gördüğüm vaki değildir. Bu konunun kıymetli ve nefis oluşunun sebebi bundan başkası değildir. Bu süre boyunca umumi yol göstermeler ve din ilmini yayma babında yüzbinden fazla kişinin elinden tutmama rağmen."[19]

Çok eskilerden günümüze kadar gündemde olan konulardan biri de, "Acaba akıl mı doğru söyler, aşk mı?" sorudur. Bu, "akıl ve aşk çatışması" konusunun aynısıdır. Akıl ve aşk vadisinin büyükleri ise "Arada aslında böyle bir çatışma yoktur" buyurmuştur. İnsanı aşka sürükleyen bizzat akıldır. Bu iksir sayesinde gamdan kurtulur ve başköşeye oturur. Aynı şekilde din de "hub / sevgi" olarak tefsir edilmiştir.

"هَلِ الدِّینُ إلاّ الحُب"

"Acaba din sevgiden başka nedir ki?" [20]


[1] Ra'd (13) 28.

[2] A'raf (7) 201.

[3] Yunus (10) 62.

[4] Kamer (54) 55.

[5] Muhammed Bakır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 55, s. 39.

[6] Divan-ı Şems-i Tebrizî.

[7] Divan-ı Hafız.

[8] Muhammed b. Ali Şeyh Saduk, Uyunu Ahbari'r-Rıza, c. 2, s. 64.

[9] Ahmed b. Ali Necaşî, Rical-i Necaşî, s. 194.

[10] İbn Kuluye Kummî, Kamilu'z-Ziyarat, s. 81 ve 82.

[11] Muhammed Hasan Âmulî, el-Cevahiru's-Seniyye fi'l-Ehadisi'l-Kudsiyye, s.710.

[12] A.g.e.

[13] Muhammed Bakır Meclisî, Biharu’l-Envar, c. 89, s. 319.

[14] Muhammed b. Ali Şeyh Saduk, Tevhid, s. 277; Molla Muhsin Feyz Kaşanî, Usülü'l-Mearif, s. 186.

[15] Verram b. Ebi Faris, Mecmua-i Verram, c. 2, s. 56.

[16] Muhammed b. Yakub Kuleynî, el-Kafi, c. 1, s. 15.

[17] Bkz: Muhammed Rıza Muzaffer, Usül-i Fıkh, c. 1, aklî mülazemât bahsi.

[18] Biharu’l-Envar sahibi Muhammed Bakır Meclisî'nin babası.

[19] Muhammed Masum Şirazî, Taraiku'l-Hakaik, c. 1, s. 272, Muhammed Taki Meclisî'den nakille, Şerh-i Men La Yahduruhu’l-Fakih.

[20] Muhammed b. Yakub Kuleynî, el-Kafi, c. 8, s. 79.

Güncelleme Tarihi: 02 Şubat 2024, 11:46
YORUM EKLE