Seyrü Sülûka Genel Bir Bakış
Ayetullah Ş. Ali Rızaî Tahranî
Bilginler der ki: İnsan, mutlak meçhulün[1] taliplisi olmaz. Yine demişlerdir ki: İnsan ilmî faildir[2] ve bir hedefi hesaba katmaksızın bir işe el atmaz.
Diğer bir ifadeyle, insan hangi yola adım atarsa atsın ve hangi işe girişmek isterse istesin o iş ve o yolla ilgili -genel hatlarıyla da olsa- bir tasavvura sahip olmalıdır. Bu genel tasavvura, panaroma veya görünüm adı verilir.
Pek çok insan seyrü sülûk veya irfana dair bir söz işitmiştir ama ona dair bir tasavvuru yoktur. Bazı kimselerin Allah yolunun ehli olduğunu, riyazet yaptığını, göz ve kulağının açık olduğunu, keşif ve müşahede ehli olduğunu, âdâp ve amellere bağlılık gösterdiğini, seyrü sülûk ve irfanda ustalık kazandığını işitmişlerdir; ama bu sözlerin ne anlama geldiğini, sülûkun ne olduğunu, Allah yolunun nasıl bir yol olduğunu vs. bilmezler.
Belki bu kişilerin bazısı bilmeyi çok ister ama dakik inceleme ve uzun mütalaalar yapacak kapasitesi veya vakti yoktur. Bu yüzden seyrü sülûka dair genel bir panaroma ve görünüm edinmek ister. Böylelikle belki dikkatleri çekilirse o zaman daha fazla incelemeye yönelebilirler. Bu fasılda bu konuda nispeten şeffaf bir panaroma ortaya koyma amacındayız.
Sâlik İnsan Kimdir?
İnsanlar bir gün doğar ve bir gün de ölürler. Ne bu dünyadaki doğumları onların isteğiyledir, ne de ölümleri. Fakat hayat tarzları çok farklıdır. Bu farklılık, tercihe dayalı ve irade dışı etkenlerin sonucudur. Genetik ve çevresel etkenlerden, tamamen haberdar olarak yapılan tercihlere kadar.
İnsanlar genel olarak iki gruba ayrılır: Allah'a itikadı olanlar ve Allah'ı inkâr edenler. Allah'ı inkâr edenler hayatın sonunu ölüm kabul eder. Neticede de insanın ebter olduğunu, yani ebedi olmadığını zanneder. Allah'ın inkâr edenler konu olduğunda Allah'a doğru seyrü sülûka kalkışmak manasızdır. Her nekadar manevi şeylere ve kimi ahlakî değerleri kabul etse bile.
Allah'a inananlar da iki gruba ayrılır: İlahi dinlerden birine inananlar ve inanmayanlar. Çoğu kimse kâinatın Rabbi olan ezeli ve ebedi kuvvete inanır. Fakat bir dine bağlanmamıştır. İrfan ehli bu grup için de Allah'a doğru seyri mümkün görmez; çünkü şeriatın batını olan tarikata adım atmak, şeriata itikat olmaksızın manasızdır. Allah'a doğru seyir ve yolculuk, ona sevgiden başka bir şekilde mümkün değildir ve Allah'ı seven kimse, O'nun hak elçilerine tabi olmalıdır:
"قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي"
"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana tabi olmanız gerekir." [3]
Şeriata itikadı olanlar da iki gruba ayrılır: Şeriata bağlı kimseler ve şeriatı kabul etmesine rağmen bağlı olmayan kimseler. Çoğu kimse zahiren Hıristiyan veya Yahudi ya da Müslümandır. Fakat bu dinlerin buyruklarından hiçbirine bağlılık göstermezler. Bunlar nüfus cüzdanında Yahudi, Hıristiyan veya Müslümandırlar.
Şeriatlara bağlılık duyan kişiler de iki gruptur: Bir grup şeriatın zahiriyle yetinir. Sadece yükümlülüğü kaldırmak için dinî ahkâmı amele dönüştürür. Bunlar ekseriyettir. Nispeten çok daha az olan diğer grup, şeriat mecrasından tarikat yoluna ulaşmanın peşindedir. Daha sonra bu yolda seyir halinde hakikate varmayı amaçlar. Bu hakikat de Allah'a yaklaşmaktır. Bu gruba sâlik adı verilir.
Elbette sâlikler de birkaç gruba ayrılır: Bir grup, bu dünyada kemale erer. Bir grupsa ölümden sonra kemale erer. Bir grup da yoldan geri kalır. Bunlar ya istidraca[4] ve geri dönmeye düçar olur, ya da bulunduğu makamda kalakalır.
İnsanı Allah'a ve sonra şeriata itikada, ardından dine bağlanmaya, sonra sülûka çeken ve nihayetinde de kemale erdiren etkenler pek çoktur. Burada bunlar bahis konumuz değildir. Sadece şu kadarını söyleyebiliriz ki, eğer insanın fıtratı ve kalbi ölmezse, uykuda bile olsa, hurafe karıştırmadan Allah, din, sülûk ve kurb-i ilahi doğru dürüst sunulursa öylesine cazip gelir ki, tıpkı bir mıknatıs gibi soğuk demiri ve insanın vücudunu çeker, simya misali onu altına dönüştürür.
Mısırlı ârif İbn Fariz, meşhur Hamriyye'sinde[5] şöyle der:
و إن خَطِرَت یوماً علی خاطِرِ امرئٍ
أقامَت به الأفراح و ارتَحل الهمُّ
"Bir gün aşkın şarabının düşüncesi akla gelirse, hüzün vücudundan giysi gibi sıyrılıp çıkar ve mutluluk hoşlukla onun yerini alır." [6]
ولو نَضحوا منها ثَری قَبرِ مَیِّتٍ
لَعادَت اِلیهِ الرُّوحُ وانتعَشَ الجسمُ
"Eğer ondan bir damla ölünün kabrinin toprağına düşse, hiç kuşku yok ruh ona döner ve beden aniden mezardan çıkar." [7]
Dolayısıyla sâlik ilallah, Allah'a ve şeriata inanan, bağlılık gösteren ve Allah'ın kendisi olan hakikate ulaşmak için şeriatla amel ederek tarikat yoluna adım atmak isteyen kimsedir.
Kamil sâlik olan merhum Muhammed Hasan Beyati Hemedanî'nin bu fakire naklettiğine göre, büyük ârif merhum Ayetullah Şeyh Muhammed Cevad Ensarî Hemedanî şöyle buyururmuş:
"Allah, kullarından sevdiklerini şeriata hidayet eder. Sonra bu sevdiklerinden daha çok sevdiklerini tarikata hidayet buyurur. Ardından bu gruptan her şeyden fazla sevdiklerini de hakikate kavuşturur."
Anlatılanlardan, şeriata bağlı olanların, sülûk ve tarikatın âdâbına bağlılık göstermeksizin irfandan ve seyrü sülûktan söz etmesinin abes olduğu ortaya çıkmaktadır. Nerede kaldı şeriata bağlı olmayan ve inanmayanlar. Varlığın mebdeine / tevhide itikadı olmayanlar zaten hesaba katılmaz.
Yine bilmek gerekir ki, günümüzdeki Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi tahrif olmuş şeriatlara inanıp, bir kısım âdâp ve riyazetler bağlılık gösterse ve riayet etse bile insanın elinden tutamaz, ona herhangi bir kapıyı açamaz. Böyle bir din sahibinin mustazaf[8] olması durumu hariç. Bu durumda gelişme kaydedebilir. Fakat özel bir aşamada hak din batından ona keşfolur. Eğer kabul ederse yükselmeye devam eder, aksi takdirde yolda kalır.
Seferin Aşamalarına Hızlı Bir Bakış
Mümin insan, âlemde şu ana kadar gafil olduğu nice güzelliklerin bulunduğunu anladıktan ve haberdar olmanın yolunun himmet kuşağını beline bağladıktan ve dosttan gayri ne varsa koyverip yalnızca Hz. Mabud'un aşkına varmak gerektiğini gördükten sonra günah ve gafletle bozulmuş geçmişinden tevbe eder. Hem de "لا رجعة فیها / Bir daha dönmeyecek şekilde" nasuh ve gerçek tevbeyle.[9] Üstad şöyle der:
"Bu tevbe buldozer hükmündedir. İnsanın geçmişteki günahlarını ezer geçer. Kabul edildiğinin nişanesi de insanın kendisinde bir hafiflik, ruhunda neşe ve temizlenmiş hissetmesidir."
Bu tevbeden sonra sâlik murakabe ve zikre yönelir. Murakabenin yoğunluğu ve zikrin tesiriyle bir süre sonra misal ve suret keşiflerinin kapısı yüzüne açılır, gaybla şühud irtibatının hazzını tadar. Sûrî mükaşefe, "suret" sahibi keşiflerdir[10] ve insanın beş duyusu sayısına taksim edilebilir. Sâlik, başkalarının görmediği nurları görür. Başkalarının almadığı kokuları alır. Ekseriya bu aşamada insanların, melekelerine göre şekillenmiş berzah suretlerini görür. Tedricen sâlik, bezah âlemi ve onun madde âlemini çevrelemesini idrak eder ve gaybın türlerine ilişkin bilgi sahibi olur. Bu aşamada sâlik, habis nefsinin derununa neler gizlediğini görür. Ne zaman zikre oturmak ve mabuduyla halveti seçmek istese evham ve pislikler ona saldırmakta ve zihnini perişan etmektedir. Fakat Allah yolunun yolcusu himmet kemerini bağlar, kutsal ilahi nağmenin ve can bahşeden rahmanî üflemenin yardımıyla hedefe doğru yola koyulur. Berzah âleminden geçer, tüm vehimler ve pislikleri gönül sahnesinden ve sayfasından siler. Elbette onlardan geriye bir şey kalmamasına dikkat etmek gerekir; çünkü bu hayali varlıkların âdeti, kendilerini gizlemesi ve sâlikin onların şerrinden kurtulduğunu ve berzah âleminden geriye kendisiyle birlikte bir şey kalmadığını sanmasını sağlamalarıdır; ama sâlik hayat kaynağına yol bulduğu ve hikmet pınarlarına doyup kanmak istediği an ansızın ona saldırır ve yolunu keserler. Bu yüzden mücahede ve riyazetle, hayali varlıklar teveccüh vaktinde onun aklını karıştırmayacağı miktarda vehmi yatıştırma hali elde edilmelidir.
Sâlik berzah âleminden geçtiğinde, akıl alemi adı da verilen ruh alemine girer. Bu merhalede idrak ile manevî keşiflere nail olur. Daha sonra 'tevhid-i ef'alî'ye, sonra da 'tevhid-i sıfatî'ye, ardından 'tevhid-i esmaî'ye ve nihayet 'tevhid-i zâtî'ye girmeye destur alır. Ruh âleminde nefsin tecelliyatı başlar. Başlangıçta sâlik nefsini maddi surette müşahede eder. Ekseriya kendisini kendisinin karşısında dikilmiş ve nefsinin nuru bütün bir göğü ve yeri, doğuyu ve batıyı kaplamış halde görür. O an sâlik kendisini kaybettiğini ve ne kadar ararsa arasın bulamayacağını anlar. Tabii ki nefsin soyutlanması konusunda başlangıçtaki müşahedelerden geçtiği sonraları nefsin tüm hakikatini tam soyutlamayla müşahede edebilir.
İrfan ıstılahında tevhid-i ef'alî, sâlikin, âlemde bir failden fazlasını görmediği, onun da Allah olduğu makama ulaşmasıdır. Tevhid-i sıfatî kemal sıfatlarıdır. Yani ilim, kudret, hayat gibi sıfatlar bir tek varlığa münhasırdır. Bir tek ilim, bir tek kudret, bir tek hayattan fazlası mevcut değildir. Tevhid-i esmaî, sâlikin tüm âlemlerde âlimin bir tek, kâdirin bir tek, hayy ve dirinin bir tek olduğunu görmesidir. O da yüceler yücesi Allah'tır. Tevhid-i zâtî, sâlikin zâtî tecelli ile fena makamına erişmesidir. Burada bir tek varlıktan başkasını görmez. Tüm mevcudatı yok olmuş görür. Allah'ın sonsuz zâtını varlığın tek örneği olarak görür. Elbette ki bu tevhidde, ya sâlikin taayyün etmiş zâtı Hakkın varlık deryasında boğulur, ya da hiç değilse taayyün hükmen yok olur. Yani ona hiçbir tür iltifatın olması mümkün değildir. Fena, sülûkun diğer makamları gibi, başta hal suretinde sâlikin önüne çıkar ve yavaş yavaş makama[11] dönüşür.
Fena fillahtan geçen ve fenada kalmayan sâlikler beka merhalesine ulaşır. Bekaya varan sâlik kesretin yanısıra vahdettedir de. Bu makam çok yüksektir. Sülûkun üçüncü ve dördüncü seferi bekābillâh aşamalarıyla irtibatlıdır. En iyi üstad, dört seferi tamamlayan kimsedir. İnsan-ı kâmil, âlemin sultanıdır; çünkü velayet makamına erişmiştir ve Allah'ın izniyle elinden her iş gelir.
Allah'a Doğru Seferin / Yolculuğun Özellikleri
Zahirî yorum ve açıklamadan haberdar olmak için bu kitabın kâmil manada dikkatli bir mütalaası lazımdır. Bu kitapta ilahî seferin / Allah'a doğru yolculuğun muhtelif boyutları dile getirilmiştir. Burada zikredilenler, kitabın tamamının küçük bir özetidir.
Sefer-i ilâllah yani Allah'a doğru yolculuk, yani kendinde ve kendi hakikatine doğru yapılan seferdir.
Sefer-i ilâllah, Allah'a doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, kendini tanıma seferidir.
Sefer-i ilâllah, Allah'ı tanıma seferidir.
Sefer-i ilâllah, varlığı tanıma seferidir.
Sefer-i ilâllah, varlık çapında seferdir.
Sefer-i ilâllah, insan olma seferidir.
Sefer-i ilâllah, ilahî olma seferidir.
Sefer-i ilâllah, yokluk ve fenaya doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, mutlak varlık ve bekaya doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, sonsuzluğa doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, faziletler ve değerlerin mertebelerinde seferdir.
Sefer-i ilâllah, Allah'a yakınlaşmanın derecelerinde seferdir.
Sefer-i ilâllah, marifet seferidir.
Sefer-i ilâllah, aşk seferidir.
Sefer-i ilâllah, velayete doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, tevhide doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, taayyünden mutlaka seferdir.
Sefer-i ilâllah, lika yolunda severdir.
Sefer-i ilâllah, tüm enbiya ve evliyanın işidir, enbiya ve evliyanın tüm işidir.
Sefer-i ilâllah, ihlas ve hulus mertebelerinde seferdir.
Sefer-i ilâllah, yanma ve fena seferidir.
Sefer-i ilâllah, yapma ve beka seferidir.
Sefer-i ilâllah, erime ve pâk olma seferidir.
Sefer-i ilâllah, vatana doğru seferdir.
Sefer-i ilâllah, kendine gelmekle başlar. İnsan nereden geldiğini, gelişinin neyle olduğunu ve sonunda nereye gittiğini anlar. Bir canı olduğunu, bu canın geldiği ve tekrar oraya döneceği bir yeri bulunduğunu anlar. Eğer gitmezse onu götüreceklerini anlar. Fakat heyecan ve aşkla gitmesi nerede, zorla ve sürüklenerek götürülmesi nerede! Bu nedenle himmet kuşağını bağlama kararı alır ve yola düşer. Yolda doğruluk adımını attığı an müşkülat da başlar.
Dinle bak ey saki, doldur kadehi ve dolaştır
Aşk kolay görünür başta, ama üşüşür müşküller[12]
Uzun süre dolaştıktan sonra yolu bulan ve kendini hidayete ermiş gören kişi neden sıkıntılardan korksun? Aşık olmak için dik durur ve savaşır. Aşk, mukaddes delilik demektir. Mecnun olunca da bu kez sıkıntıların ve belaların ortasına dalar ve şöyle der:
Leyla'nın evinin yolunda, yüz tehlike var orada
Adım atmanın birinci şartı mecnun olmandır[13]
Bu nedenle canıyla kalbiyle şakır:
O'na kavuşmaktan asla vazgeçmem, mutlaka varmalıyım
Ya can varacak canana ya da can bedenden çıkacak[14]
"Kendine gelmek"le başlayan bu ilahî, ruhanî ve insanî sefer "kendine dalmak"la devam eder ve "kendinden çıkmak"la sona erer.
İnsan kendine geldiğinde önceki gafletinin derinliğini daha yeni anlar. Nasıl da çocuk sıfatlı olup dünya adındaki oyuncakla kendini eğlendirmiştir. Kendine baktığında derununda ne haberler olduğunu görür.
"معرفة النَّفسِ أتفعٌ المعارف", "Tanımaların en faydalısı kendini tanımaktır." [15] hükmünü aşikar olmuş bulur ve "من لَم یُصلح نَفسه لم یُصلح غَیره", "Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." [16] hakikatine dokunur.
Neden? Çünkü birincisi: "مَنْ جَهِلَ نَفسه کان بغیرِ نفسهِ أجْهل", "Kendine cahil olan, başkalarına daha calildir." [17]
İkincisi: Fakirin ihtiyaç gidermesi düşünülebilir mi? Necis olan temizleyebilir mi? Kirlenmiş biri arındırabilir mi?
İnsan kendinden çıktığında asla kelimelerle açıklanamayacak yeni bir marifet bulur. Kâmil ârif merhum Seyyid Ahmed Kerbelayî'nin, merhum Ağa Bozorg Tahranî'ye hitaben söylediği gibi: "Tentanani helvasını tatmadıkça bilemezsin."[18] Sadece şu kadarını biliyoruz ki, bu marifetin sahibi Allah'ı vasfedebilecek liyakate erişir:
"سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ. إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ"
"Allah, insanların onun hakkında söylediklerinden münezzeh ve arı durudur. Onu vasfedebilecek halis kullar hariç." [19]
Bu, bir mümkünü'l-vücudun ulaşabileceği en yüksek makamdır.
Kendine gelmekle başlayan, kendine dalmakla devam eden ve kendinden çıkmakla tamamlanan bu seferin kâmil izahı bu kitapta geçmektedir. En zaından bir defa iyice mütalaa edilmedikçe "seferin mahiyeti" anlaşılamaz. Böylece özetle diyebiliriz ki:
Sefer-i ilallah yolcusu, insanın canıdır. Gafletten kurtulup yakza haline girmiş ve hareket etmesi gerektiğini anlayıp himmet, tevekkül ve ihlasla yola adım atan ve dünyada zühd, murakabe, zikir ve fikirle ilahî aşkın cevherini elde eden insandır bu. Bunun ardından aşkın burakıyla[20] kemalin mertebelerinde hareket eder ve varlık âlemlerini kateder. Başlangıçta misal ve berzah âlemine aşina olur. Sonra akıl veya ceberrut âlemine sefer eder. Ondan sonra ilahî isimler ve sıfatlara varır. Sonunda da mecazi varlığını ihlas tabağına koyar ve Zâti-i Mahbub'un tecellisi karşısında takdim eder. Buna "fena" adı verilir. Fenâʾ fillâh olanların bazısı tekrar kesret âlemine döner. Buna "bekābillâh " adı verilir. Bu grubun kimisine başkalarının elinden tutma, gidilecek yolu diğerlerine gösterme ve bu yolun katedilmesine yardımcı olma izni verilir. Bunları üstad "pir ve mürşid" olarak adlandırmaktadır. Biz de bu kitapta "seferin kılavuzu" adıyla onlardan bahsedeceğiz.
Bu yolun yoldaşları, Allah yolunun sâlikleridir. Seferin bineği aşk ve ihlastır. Seferin araç gereci ve azığı, herkesin kendine has surete göre üstad tarafından tayin edilen şer'î düsturlardır. Bu seferin hatıraları, yolda sâlikin önüne çıkan tüm haller ve makamlardır. Sâlik için bu seferin armağanı, onun kemali ve etkileridir. Başkaları içinse, Allah yolunun talibini tehlikelerden koruyacak üstatça elinden tutmak ve ilahî aşkı sinelerde tutuşturmak üzere ârifin dil ve kaleminden coşan "yenâbi-i[21] hikmet"ten bol miktarda vardır.
Allahım, aşk ateşinle kalbimizi takatsiz bırak, varlığımızı erit ve cevherimizi saflaştır. Âmin.
[1] Mutlak meçhul, insanın hiçbir şekilde bilgi ve malumat sahibi olmadığı şeydir.
[2] Fail, bir işi yapan demektir. Bazen yaptığı işle ilgili şuuru ve bilgisi yoktur. Mesela midenin gıdayı hazmetmesi gibi. Kimi zaman da bilgisi vardır. Mesela insanın yaptığı işten haberi olması gibi. Birinci kısma doğaya dayalı veya doğal fail; ikinci kısma da bilgiye dayalı (ilmî) fail adı verilir.
[3] Âl-i İmran (3) 31.
[4] İstidrac, irfan kavramı olarak geri dönüş ve anlaşılmaz şekilde tedrici ve sürekli düşüş demektir.
[5] Farsça'da “sakiname” adı verilen hamriyye, şair âriflerin mey muhabbetini vasfetmeye dair söylediği şiirdir. Üstad Allame Hüseynî Tahranî, en iyi hamriyyeyi Mısırlı İbn Fariz'in, en iyi sakinameyi de Hac Molla Hadi Sebzivari'nin söylediğini düşünüyordu.
[6] Ömer b. Farid, Divan-ı İbn Fariz, s. 179.
[7] A.g.e.
[8] Mustazaf, ömrü boyunca hak itikadı işitmemiş olan yahut işitmişse bile tahlil ve anlama gücüne sahip olamamış kimsedir.
[9] Kâmil ârif Meleki Tebrizî, bu tevbenin niteliğini Likaullah kitabında izah etmiştir. Biz de bundan sonra ona atıfta bulunacağız.
[10] Keşifler üç kısma ayrılır: Sûrî, manevî ve manevî sûrî. Sûrî keşifler, insanın duyularından birine uygun suret taşır. Manevî keşifler, her türlü suretten yoksundur. Manevî sûrî keşiflerin ise her ikisinden de nasibi vardır. Üstad Hasanzade Âmulî, İnsan der Örf-i İrfan kitabında keşfin bu kısımlarına örnekler zikretmiştir. Kayserî, Füsusu'l-Hikem'in mukaddimesinde (fasıl 7) keşif ve kısımları bahsine girmiştir.
[11] Hal, sâlikteki kalıcı olmayan kazanımlardır. Makam ise kalıcı kazanımlardır. Daha fazla izah ileride gelecektir.
[12] Divan-ı Hafız.
[13] A.g.e.
[14] A.g.e.
[15] Müminlerin Emiri Ali'den (a) bir rivayettir. Bkz: Abdulvahid Âmidî, Gureru’l-Hikem ve Dureru’l-Kelim.
[16] A.g.e., hadis 4772.
[17] A.g.e., hadis 4663.
[18] Seyyid Muhammed Hüseyin Hüseynî Tahranî, Tevhid-i İlmî ve Aynî, mukaddime.
[19] Saffat (37) 159 ve 160.
[20] Burak, Allah Rasülü'nün (s.a.a) miraç gecesindeki bineğidir.
[21] Pınarlar, ‘yenbu’nun çoğulu.