Nehcü'l-Belağa'da İrfan ve Dua
Yusuf Tazegün
Giriş
İrfan sözlükte tanımak, bilmek, anlamak anlamına gelmektedir, daha çok ise Yüce Allah'ı tanımak ve ona karşı marifet sahibi olmak anlamında kullanılmaktadır.[1]
İrfanın istilahi tanımı ise, insanın önceden bildiği fakat sonradan unuttuğu bilgisini yeniden kazanmasıdır, bir diğer tabirle nefis tezkiyesi ve tasfiyesi sonucu elde edilen özel bir ilim ve idraktır. Yani seyr-i sülûk neticesinde salik bir takım mükaşefelere ulaşacak ve bunun sonucunda varlık âleminin hakikatlerine erişecektir.[2] Şeyh Bahai (r.a) Erbain kitabında bu konu hakkında şunları yazmaktadır:
Birinci tanımadan sonra oluşan gafletin peşi sıra gelen son tanımaya ve bir varlığı derk etmeye marifet denir. Yani insan bir şeyi biliyor sonra ondan gafil oluyor ve bir süre sonra aynı şeyi yeniden tanıyorsa, bu son tanıma ilk tanımayla aynıdır, buna ise "marifet" denir. İşte bundan dolayıdır ki hakikat ehline, irfan ehli denir.
Bedenler yaratılmadan önce ruhlar yaratılmıştır, bu ruhlar birçok içsel şuhut ve nurlara ulaşmıştı ve Allah'ın yaratıcı olduğunun farkına varmışlardı. Lakin madde âlemine gelen ruhlar zülmani cisim olan bu bedenlere alışmaya başladılar, kendilerini tamamen maddeye bağımlı hale getirdiler, böylelikle ilk tanıma ve bilgilerini unuttular. Kendi yaratıcıları hakkında gaflete düştüler. Bir grup birçok zorluğa, zahmete ve çileye tahammül ederek; ibadet, zikir ve nefis tezkiyesiyle kendilerini madde âleminin karanlık zindanlarından kurtarıp, ilk ahitleriyle yeniden buluşturdular. Sonuçta ikinci bir tanıma daha oluştu, ilk tanımadan sonra gelen daha nurlu bir tanıma. İkinci tanımaya dünyada ulaşan hakikat ehline "arif" denir.[3]
İrfanın yapıcı ve olumlu olması da, yıkıcı ve olumsuz olması da mümkündür. Yapıcı ve olumlu irfan, gelişim ve insanî erdemler yönüne doğru bir harekettir ve beşerî tüm boyutları, potansiyelleri ve istidatları kemale ulaştırır. Yıkıcı ve olumsuz irfan ise, hak yoldan uzaklaştıran, insanlık merdiveninden aşağı yuvarlayan ve ifrat haddinde münzevi yapan sapkın bir harekettir.
Özellikle yaşadığımız bu çağda dini kullanarak, insanları sözde irfana davet eden ama aslında kendi çıkarlarına çağıran insanların çoğalmasıyla; hakiki irfanın ne olduğu ve nasıl bu üstün makamlara ulaşıla bileceğine çok dikkat etmek gerekir. Bunun yolu ise, ilahi öğretileri her şeyde olduğu gibi en saf ve temiz haliyle bizlere ulaştıran masumlar, bilhassa İmam Ali'den geçmektedir.
Nehcü'l-Belağa'da Hazreti Ali'nin (a.s) irfanının belirgin özelliklerini araştırmak, gerekli ve beğenilen bir şeydir. Bu vesileyle yapıcı ve olumlu irfanın ölçüsü, yıkıcı ve olumsuz irfandan rahatlıkla ayrılabilir.
İmam Ali'ye Göre İrfanİmam Ali (a.s) açısından irfanın hedefi, bireyin tevhit ruhunun yücelmesinden başka bir şey değildir. İmam Ali (a.s), dinin temelinin Allah'ı tanımak ve Hazreti Hakk'ı tanımanın kemalinin de O'nu tasdik ve birleme olduğunu buyurmaktadır. Bunun neticesinde de insan, yaşamının tüm boyutlarında ve yaptığı her işte ihlâslı olabilecektir:
"Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemali, onu tasdik etmektir. Tasdik edişin kemali, onu bir bilmektir. Bir bilişin kemali, ona karşı öz doğruluğuna (ihlâsa) ermektir."[4]
O halde inançlı bir birey irfani makamlara ulaşa bilmek için, tevhit bakışına sahip olabilmelidir, bunun için de ilk önce inancını kemale erdirmelidir ve Allah'la birlikte hiç kimseye veya hiçbir şeye değer vermemelidir; sadece gerçek mabut ve maşukuna doğru hareket etmelidir.[5]
Hz. Ali'ye göre arif olmuş mümin insanın, yüce rabbe derin bir bakışı ve O'nu tanıyışı vardır. Onu tanımış, onu rab bilmiş, dolayısıyla da âlemin tüm idare ve işleyişini onun yed-i kudretinde görmüştür. İşte bu temel bilince ulaştığından, nahoşluklar karşısında Allah'ı itham etmez ve şikâyette bulunmaz. Tüm malını ve nimetleri Allah'ın bir hediyesi olarak görür, onların gerçek sahibinin Allah olduğunu bilir ve kâinatta hiçbir kudret ve etki edeni Allah'ın şeriki addetmez. Böylelikle ilahî emirlere itaat etmek onun için kolaylaşır ve bunlardan kaçmak için bahane getirmez. Eğer ondan herhangi bir nimet veya makam alınırsa, bunu kendi üzerinden alınmış ilahi bir sorumluluk olarak görür; rahatsız olmamakla birlikte şükür eder. Mevla Emirel Müminin Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
"Biz Allah'a karşı hiçbir şeyin sahibi değiliz ve bir şeye sahip olmayız. O'nun bize verdikleri müstesna. Allah bize bir şey bağışladığında, bazı sorumlulukları da bize vermiştir. Bizden aldığında da sorumluluğu kaldırmıştır."[6]
İnsan bu bilinç ve tanımaya ulaştığında, sorgusuz sualsiz ilahî emirleri yerine getirecektir ve O'nun sakındırdıklarından sakınacaktır. Bu tanıyış, sadece söze ve eyleme değil hatta bireyin kalbinin tüm hallerine nüfuz edecektir.
Dediğimiz gibi insanın kemali onun rabbini bilmesi yani irfana ulaşmasıdır. Peki, kul bu amaç ve gayeye nasıl ulaşa bilir?
İmam Ali (a.s) açısından, hidayet önderlerinden birinin yol göstericiliği ve yardımı olmadan irfanın doruğuna, insanî kemallere ve hakiki marifete ulaşmak imkânsızıdır. Velayeti kabul etmeksizin kim de bu üstün makamlara ulaştığını iddia ederse, mutlak yalancı yahut hakikati tevehhümden ayırt edemeyen kimsedir. Bu kimse bir makama ulaşmadığı gibi aksine kendisine tabi olanları da doğru yoldan uzaklaştırıp, bir serabın peşinde sürükleyendir. Bunu Mevla şöyle dile getirmek:
"Hakikaten imamlar, Allah'ın, kullarına hüccetidirler. Onu kullarına tanıtacaktır. Onları tanımayan kimse cennete giremeyecektir. Onları inkâr edenler ve onların inkâr ettiği kimseler de cehenneme girecektir."[7]
İmam Ali'nin (a.s) Allah marifetine ulaşmak isteyenlere tavsiyesi şudur; irfan yolunun velayet olmaksızın kat edilmesi imkânsızdır. Bu yoldan gayrisini kendisine yol edinenler helak olacaklardır ve başkalarını da helak edeceklerdir. O halde velayet odaklılık, irfanın en belirgin özelliklerindendir ve onsuz, arif sapkınlıkta seyr-i sülûk yapmaktadır.
"Peygamberinizin Ehl-i Beytine dikkat edin; onların yolundan ayrılmayın; onlara uyun. Onlar, sizi asla doğru yoldan çıkarmazlar; sapıklığa sevk etmezler. Onlar oturdular mı siz de oturun; onlar kalktılar mı siz de kalkın; onların önüne geçmeyin. Böyle hareket etmezseniz yollarınızı yitirirsiniz; sersemleşir, sapıtır gidersiniz. Onlardan geride kalmayın, yoksa helak olur bitersiniz."[8]
"Onlardadır (Ehl-i Beyt) Kur'an'ın yücelikleri; onlardır Rahman'ın defineleri, hazineleri. Söylerlerse doğru söylerler, gerçeklenirler, susarlarsa kimse onları geçmemelidir."[9]
Acaba hakiki ilim ve gerçek sülûk, Resulün evinden olan ledunni ismete sahip bir Allah velisinden başka birisinin eliyle gerçekleşebilir mi? İmam Ali'nin (a.s) neden şöyle buyurduğu şimdi anlaşılmaktadır:
"Ey insanlar! Bana sorun, zira ben göklerin yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim."
Velayete bağlı olmama yahut masumların velayetini kabul etmeme, etkisini bu sülûkun ileriki aşamalarında kendisini etkin bir şekilde gösterecektir ve o durum insan için kaderdenk bir andır. Şöyle ki; Ehlibeyt'in rahleyi tedrisatından geçmeyenler kendilerini bir yerlere ulaştıklarını sandıkları anda artık ibadeti bırakırlar, ibadetin yakine ulaşıncaya kadar gerekli olduğu ve yakine ulaştıkları için de artık ibadet etmeleri gerekmediğini savunurlar. Bunlar kulluğu / ibadeti / şeriat kanunlarını yüzeysel olarak görmekte bu yüzden bir noktadan sonra bırakıp hakikat ve tarikata ulaştıklarını iddia etmektedirler. Kulluk, ibadet ve şeriatı daha yeni yolda ilerlemeye başlayanlar için telakki ederler.[10] Zira bunlara göre kurallar maneviyata ulaşmak içindir, maneviyata ulaşanların artık bu gibi kurallara ihtiyacı yoktur.[11]
Fakat Ali böyle mi? Ömrü boyunca bir an bile Allah'a kullukta kusur etmedi, onun dünyadaki en büyük sevinci rabbine karşı ilahi sorumlulukları yerine getirmekti. O sadece ve sadece bir muvahhitti ve tam anlamıyla bir kul idi. Allah'ın ibadet evinde doğan Emirel Müminin yine Allah'a ibadet esnasında Allahın ibadet evinde ligaullaha ulaştı. Zira o özgür insandı, ibadetleri cehennem ateşinden korktuğu yahut cennete tamah ettiği için değildi, yalnızca rabbine olan aşkından dolayı idi. İmam farzlara dikkat ve ihtimam etme konusunda şöyle buyurmaktadır:
"Farzları eda etmek gibi bir ibadet yoktur."[12]
Kulluğun amacını da Allah'a itaat ve onun emirlerine boyun eğmek olarak beyan etmiştir:
"İbadetin amacı, itaattir."[13]
İrfanın En Önemli Şartı; Toplumsallık ve Sorumluluk
Emirel Müminin Ali (a.s), Allaha ulaşma ve irfani kemallere erme gayesi ile kendilerini toplumdan soyutlayan ve ilahi sorumluluklarını göz ardı eden kimseler gibi değildi. O geceleri sabaha kadar ibadet etmesiyle birlikte gündüzleri de ailesinin geçimi, Müslümanların sorunları ve kardeşlerinin refahı için harcardı. Gece namazının yanı sıra, güneşin yakıcı sıcaklığı altında kuyu kazar, hurma ağaçları diker, çiftçilik ile uğraşırdı.
O, "Ey insanlar, dünyaya zahitlerin baktığı gibi bakın."[14] derken, aynı zamanda "Ey oğlum, ben senin için fakirlikten korkarım. O halde ondan Allah'a sığın."[15] da derdi.
Ali gelmiş geçmiş en güzel irfan üstadıdır, irfanı sadece süslü sözlerle değil pratik yaşantısıyla gösterendir. O, bir günde fakirlere dört bin dinar altın bağışlayan ve aynı gün açlıktan karnına taş bağlayandır.[16]
Gerçek arif, irfanı ve zühtü toplumdan uzaklaşmak ve sorumluluktan kaçmak olarak görmez. Bilakis toplumun tam içinde yer almak, Allah yolunda batıl ile cihat etmek ve bu şekilde yüceler yücesine aşkını ispat etmek olarak görür. Seyr-i sülûku sadece nefis ile cihad olarak düşünmez, bu ilerleyişin cihad-ı asgarsız olmayacağını bilir. Zira İslam mektebinin kabul ettiği olumlu irfan, bir insanın tüm potansiyelini kullanabilmesi ve her iki iç ve dış düşmanıyla mücadele etmesidir. Dolayısıyla sadece savaş meydanlarında veya toplumsal sorumluluklarda ön planda olanlar yahut sadece evine kapanıp kendisini ibadete vererek toplumsal sorumluluklardan kaçanlar ne İslam'ın ne de irfanın hakikatini derk etmeyenlerdir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır:
"Cihat, imanın temellerindendir. Dört kısımdır: iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, savaş esnasında doğruluk ve fasıklara kin ve düşmanlık. İyiliği emreden müminleri arkadan desteklemiştir. Kötülükten sakındıran kâfirlerin burnunu yere sürtmüştür. Savaş meydanında doğrulukla mücadele eden görevini yerine getirmiştir. Fasıkları düşman bilen ve Allah için sinirlenen kimse de, Allah onun sinirlendiğine gazap eder ve kıyamet gününde onu hoşnut eder."[17]
İşte bu esnada Hz. Ali'ye göre kulu hakiki irfanın zirvelerine ulaştıracak olan, seyr-i sülûkunda en büyük destekçisi ve kemal yolunda en büyük yardımcısı duadır. Şimdi ise Nehcü'l-Belağa'ya bakarak Hazret'in bu önemli etken hakkındaki buyruklarını ve bizlere en güzel örnek olacak dualarını incelemeye çalışalım.
İrfanda İlerleyişin Yolu; Duaİnsanın kendi konumunda olan birisinden istemesine "iltimas", kendisinden aşağıda olandan istemesi "emir" ve aşağıda olanın kendisinden üstün olandan bir şey istemesine ise "dua" denir. Arapça bir kavram olan dua; seslenmek, çağırmak, birisine istekleri söylemek, onunla irtibat kurmak anlamına gelir. Kulun Rabbine karşı elini ve gönlünü açıp tazarru ve niyazda bulunması şeklinde de tarif edilebilir.
Öyleyse dua küçük olanın büyük olana, hiçbir şeyi olmayanın sonsuz zenginlik sahibine, güçsüzün güçlüye, acizin kudret sahibine; isteklerini, taleplerini, ihtiyaçlarını arz etmesidir. Aslında duayı bu sözlük anlamıyla kısıtlamamak gerek; dua sadece istemek değildir, duanın bir yönü de dertleşmektir, sevgiyi göstermek, onu tek dost olarak kabul etmektir. Özellikle İmam Ali'nin dualarına baktığımız zaman bu açıkça göreceğizdir. O'na göre dua sadece camilerde, mezarlıklarda yahut namaz sonrasında kulun Allah'tan bir şeyler istemesi demek değildir; kulun Rabbiyle sohbeti, istediği anda miraca yükselmesi, tek dert ortağına içini dökmesi, gözyaşlarıyla birlikte sevgisini ispatlaması ve bunların yanı sıra ihtiyaçlarını dile getirmesidir.
Ayrıca dua; yaşamın ayrılmaz parçasıdır. Hayatımızın her anı duadan ibarettir. Yaratanın marifetine ulaşmanın şifresi, şeytanı lâinle aramızdaki koruyucu duvar, mefatihi cinandır. Abd ile Rab ilişkisini âşıkla maşuk ilişkisine çeviren, âşıktan maşuka yükselen kulluk nişanı, maşuktan da abda inen rahmet yağmurudur. Esasında o, insanı madde âleminden melekût âlemine ulaştıran burak niteliğindedir. Bu yüzdendir ki Yüce Allah'ın değer ölçüsü dua olmuştur, nitekim Kuran-ı Kerim'de: "Duanız olmazsa ne değeriniz vardır" diye buyurmaktadır.
Hz. Ali'ye Göre Duanın EhemmiyetiDuanın önemini anlayıp kavraya bilmemiz için Kuran ayetlerine, masumların hadislerine ve büyük âlimlerimizin sözlerine bakmalıyız. Bunlardan hiçbiri olmasaydı bile, Emirel Mümin Hz. Ali'nin şu nasihati bizi duaya sürüklemek için yeterli olacaktı. İnsani kemallerin zirvesine ulaşmış, bir ömür kulları da o zirvelere ulaştırma gayesi içinde olan ve göklerin yollarını yerlerin yollarından çok daha iyi bilen Mevla Ali oğlu İmam Hasan'a şöyle nasihat etmektedir:
"Bil ki göklerin, yeryüzünün hazineleri elinde olan, sana dua etmek için izin vermiş, icabet edeceğini de vaad etmiştir. Dilemeni emretmiştir, dilediğini vermek için; acımasını istemeni emretmiştir, sana acımak için. Seninle arasına bir perde çekmemiştir; seni, onun katında şefâat edecek birisine muhtaç etmemiştir. Kötü bir iş işlersen tövbe etmekten men etmemiştir seni; azabını hemencecik göndererek ukubete salmamıştır seni; tövbeyle ona yüz tutarsan reddetmez; azaba uğramaya lâyık olduğun suç yüzünden de seni rüsva eylemez. Suç yüzünden tövbeni kabul etmezlikte bulunmaz; cürmünü yüzüne vurmaz; rahmetinden seni meyus etmez. Hatta suçundan geçmeni de bir sevap sayar; yaptığın kötülüğe karşı bir günah yazar; işlediğin iyiliğe karşı on sevap verir. Sana tövbe kapısını açmış, özrünü kabul etmeyi vaad etmiştir.
Onu çağırdın mı sesini duyar; gizli yalvardın mı gönlündekini bilir. İhtiyacını ona söylersin; gönlündekini ona açarsın; dertlerini ona şikâyet edersin, sıkıntılarının giderilmesini ondan is-tersin; işlerinde ondan yardım dilersin; ömür çokluğu, beden sıhhati, rızık bolluğu gibi ondan başkasının veremeyeceği şeyleri ondan beklersin.
Sonra senin eline hazinelerin anahtarını vermiştir. Ki sana kendisinden isteme iznini vermiştir. Dolayısıyla istediğin zaman dua aracılığı ile O'nun nimetlerinin kapılarını açarsın, rahmetinin üzerine sağanak yağmasını sağlarsın.
Duana ilişkin cevabının gecikmesi, olmaya ki seni ümitsizliğe düşürsün. Çünkü bağış niyetlere göre verilir. Bazen, dilekte bulunan kişinin daha çok ecir kazanmasına ve temenni sahibi için daha hayırlı bir sonuca sebep olduğu için duanın kabulü geciktirilebilir. Bazen bir şey istersin, ama o şey sana verilmez. Ondan daha hayırlısı er veya geç sana bahşedilir. Ya da istediğin şey sana verilmez, çünkü bir belanın uzaklaştırılması ve sana daha hayırlı olan şeyin verilmesi istenilmektedir. Çoğu zaman istediğin şey, eğer yerine getirilirse bu, senin dinini mahvedebilir. Bu yüzden istekte bulunduğun zaman, güzelliği senin açından kalıcı olanları, sorumluluğu, vebali kalmayan şeyleri talep et. Mala gelince, ne o sana kalır, ne de sen ona kalırsın." [18]
Hz. Ali'ye göre dua tevhidin özüdür, ibadetin usaresi, şirkten sıyrılmış olmanın göstergesidir, aynı zamanda kulluktur, ibadettir. Dua Rabbe dönüş ve yönelişin adı, kuldan Rabbe yükselen kulluk nişanı, Rab'den de kula inen rahmet simgesidir. Daha doğrusu o, Allah'la kul arasında olan münasebetin tam odak noktasıdır.
İmam Ali gibi duanın hakikatine erişmiş üstün bir insan, duayı Allah'tan bir takım dünyevi mal istemek olarak görmemekte; bilakis sadece kalıcı ve ebedi güzelliklere gönül vermektedir. Evet, dünyasını da ister, zira bu da Allah'ın bir emridir:
"Ey Musa tuzunu dahi benden iste."
Fakat gözyaşlarıyla birlikte saatlerce süren dualarının sonunda, isteklerini birkaç kelimeyle dile getirir. Onun duaları baştan sona Canan'la konuşmak, dertleşmek, O'na senada bulunmak, O'nun her yerde ve her zaman nazır olduğunu hissetmekten ibarettir.
Duanın ehemmiyeti hakkında böylesine kapsamlı ve derin bilgileri bizlere veren Mevla Ali; akıl, marifet, basiret ve yücelik açısından Allah'ın yarattıkları içerisinde en üstünlerdendir ve onun kalbi ve ruhu tüm kalplerden ve nurlardan daha nurludur. Onun gayb ve şuhud hakikatlerine olan bilgisi, en yetkin bilgidir, hakikatleri olduğu gibi bilir. Bundan dolayıdır ki canı gönülden dua eder. Ömrü boyunca duasız bir gece ve gündüz geçirmez ve duasız bir şekilde Hazreti Hakk'ın huzuruna çıkmaz.
Yukarıdaki hadisin son paragraflarında Emirel Müminin dua hakkında yanlış bir bilgimizi düzeltmektedir. Bizler duayı almak olarak algılamaktayız, oysa Hz. Ali duanın dünyevi sonucuna bakmaz, ona göre bizzat istemenin kendisi Allah tarafından kula bahşedilen en büyük nimettir.
O duayı ruhun gelişmesi, kalbin temizliği, batındaki maddiyat tozlarının silinmesi, yaşantıdaki buhranların ve üzüntülerin giderilmesi ve müşkülatların çözümlenmesi için asıl faktör olarak bilmektedir.
Bu asıl faktörün yanı sıra, Hazret buyuruyor, mutlaka duana icabet edilir, tam istediğin senin faydana olmamasından dolayı verilmese bile ondan çok daha güzeli verilecektir. İmam kesin olarak Allah'ın dergâhından istekte bulunan her kimsenin, hacet ve maksadına ulaşmadan geri dönmeyeceğini bilmektedir. Bundan dolayı duanın müstecab olacağına inanmıştır, bu konuda bir şüphe ve tereddüde yer vermemiştir, buna dayanarak Yüce Allah'ın karşısında tevazu ile dualarını dile getirmiş ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah-u Teâlâ'nın yüzde yüz kendisine sunulan duayı karşılıksız bırakmayacağına kalben itminan etmiştir.
Hz. Ali'nin, "Çünkü bağış niyetlere göre verilir." sözü, dua ile icabet ilişkisini açıklayan en güzel ve en doyurucu bir ifadedir. Bu açıklamasıyla Hz. Ali dış görünüş itibariyle dua ile ibadetin birlikteliğinin gerçekleşmediği yerlerden bir kaçını aydınlığa kavuşturmuştur. Allame Tabatabi el-Mizan tefsirinde bunları şöyle sıralamaktadır:
Kabulün gecikmesi. Dünya için istenen şeyin, yine dünya için daha hayırlı olan bir şeyle değiştirilmesi. Ya da ahiret açısından daha hayırlı olan bir şeyle değiştirilmesi. Yahut dilekte bulunan kişinin durumuna daha uygun olan bir şeye dönüştürülmesi gibi... Çünkü dilekte bulunan kişi kimi zaman kendisini sevindirecek ve yararlı olacak bir nimet ister. Oysa bu isteği derhal yerine getirilecek olursa hiç de yararlı olmayacaktır. Buna rağmen duasının kabulü geciktirilir. Bu demektir ki, dilekte bulunan kişi kendisine yarar sağlayacak bir nimeti, aslında gecikmeli olarak eline geçmek üzere istemiştir. Aynı şekilde dinine büyük önem veren bir mümin, eğer bilmeden ve ahiret mutluluğu elde edeceğini sanarak dinle ilgili bir istekte bulunursa, o gerçekte dünya mutluluğu yerine ahiret mutluluğunu istediği için duası ahiretle ilgili olarak kabul edilir, dünya ile ilgili olarak değil.[19]
Mevlana Hz. Ali'nin duaya bu şekilde bakışını şöyle şiire dökmektedir:
Nice ihlâs sahibi vardır ki ağlar, sızlar, dua eder.
Duasındaki ihlâs dumanı da göğe kadar gider.
Bunun üzerine melekler Allah'a sızlanmaya başlarlar:
Ey her duayı kabul eden, ey sığınılan Allah!
Mümin kulun yalvarmada.
Onun senden başka dayandığı yok.
Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun.
Her iştah sahibi, dileğini senden diler.
Allah buyurur: Bu onu horlamak için değil.
Ona geç ihsan etmem, onun faydasınadır.
İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi;
Saçından tuttu, çeke, çeke benim tarafıma getirdi.
Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır gider.
Bana onun sesi hoş gelmede.
Onun yarabbi demesi, sırlarını söylemesi hoşuma gitmede.
Dudu kuşlarıyla bülbülleri, seslerinin güzelliği yüzünden kafese koyarlar.
Fakat kuzgunla baykuşu hiç kafese koyarlar mı?[20]
Sıkıntılardan Çıkış Yolu Olarak Duayı BilmekEmirel Mümin Ali Nehcü'l-Belağa'nın birçok hutbesinde âlemdeki tek etkenin yüce Allah olduğunu bildirmiştir. Başkaları onun için sanki ölülerdir ve sadece Kerim olan Allah onun için diridir/haydır ve asla ölmez. Bundan dolayı da her türlü müşkül ve nahoş durumda sadece ona yönelir ondan yardım diler, sıkıntı anlarında çıkış yolu olarak yalnız onu bilir. Bunu oğlu İmam Hasan'a buyurmuş olduğu vasiyetinde şöyle dile getirmektedir:
"Çağırdığın zaman seslenişini duyar; fısıltıyla yalvardığın zaman da fısıldadığını işitir. O halde ihtiyacını O'na söyle, gönlündekini aç, dertlerini şikâyet et. Sıkıntılarını gidermesini iste, işlerinde O'ndan yardım dile."
Hz. Ali bu cümleleriyle, hepimizin hayatımızda karşılaştığımız sorunlardan, sıkıntılardan ve kederlerden nasıl kurtulacağımızın formülünü vermektedir.
İnsanın en büyük sıkıntılarından biri yalnızlığı ve onu anlayacak birisinin olmayışıdır. İşte bu esnada İmam bizlere bir yol göstermekte, hem bizi dinleyecek, anlayacak, azarlamadan yahut küçümsemeden bizi duyacak ve hem de sıkıntılarımıza derman olacak olan birini tanıtmaktadır. Rahman'ın rahmet kapısı, canlarımızın canının sevgi kapısı, sultanlar sultanın lütuf kapısı, sevgililer sevgilisinin meveddet kapısı, Rabbimizin bize sonuna kadar açık olan af, merhamet, ihsan, bağışlama, tanıma, şefkat, inayet, nazar, teveccüh… kapısı. Yani dua kapısı.
Öyleyse O'nu, en yakın sırdaş, en vefalı dost, dertlerimize derman olacak tabip kabul etmek gerek, O sonsuz güç sahibine yönelerek, ona yalvarmak gerek. İşte o zaman sırf O'nu anmaktan dolayı tüm sıkıntıların gittiğini, Onunla konuşma sonucu hiçbir şeyle değiştirilmeyecek bir mutluluğun yakalandığı görülecektir.
Allah'a, kemale ve irfanın zirvelerine ulaşmak isteyen Hz. Ali'nin sadece bu vasiyetine amel edecek olsa bile tasavvur edilmeyecek çok üstün makamlara ulaşacaktır. İnsan bu hadisi pratiğe geçirse,bir dilenci gibi sonsuz zenginliğin kapısında dursa, yavaşça kapının tokmağına dokunsa ve Allah'ın kapısından başka gidecek bir yeri olmadığını ameli olarak gösterse, Allah'la sohbet etse; işte sonrasında kalbinin kapılarının bir bir açıldığını hissedecektir. Böylece acılarının dindiğini, kederinin yerini huzura, itminanlara bıraktığını duyacak ve ruhunun dört bir yandan ilahî nesimlerle sarıldığını hissedecektir.
İmamın Nehcü'l-Belağa'daki Dualarından Örnekler1-"Ey Allah'ım, sen, bütün güzel vasıfların sahibisin, çok övülmeye layıksın. Ümit beslenenlerin en hayırlısı sensin. İsteneceklerin en hayırlısı da sensin.
Allah'ım, bana öyle şeyler bağışladın ki, senden başkasına hamd ve sena edemem, Ümitsiz kılanları ve güvenilir olmayanları dilimle övemem.. Sen dilimi insanları övmekten, yaratılmış kullara sena etmekten uzak kıldın.
Allah'ım, her övenin övgüsünün bir karşılığı ve armağanı vardır. Ben de bunun için, rahmet ve mağfiret hazinelerinin kılavuzu olarak sana ümit bağladım.
Allah'ım, bu makam; sana özgü tevhide erenlerin ve bu övgü ve makamlara senden başkasını layık görmeyenlerin makamıdır.
Sana, senden başkasının zenginleştiremeyeceği şekilde muhtacım. Kereminden başkası, bu fakirlikten kurtaramaz beni. Bize bu mekânda rızanı ihsan eyle. Bizi senden başkasına el açtırma."
2- "Ey Allah'ım! Yüzsuyumu ihtiyaçsızlıkla koru ve beni fakirlikle başkalarının yanında küçük düşürme. Bunları, senden rızık dileyenlerden istememek, mahlûkatının şerlerinden merhamet dilemek, bana vereni övmeye müptela olmamak ve benden esirgeyeni yermekle imtihan edilmemek için istiyorum. Buna rağmen vermeye ve vermemeye muktedir olan sensin."
3- "Allah'ım, benden daha iyi bildiğin şeyler için beni bağışla. Ben yine ona dönersem, sen de bana mağfiretle yönel.
Allah'ım söz verip vefa görmediğin ahitlerim için beni bağışla. Sana yaklaşmak için dilimle söylediğim halde, sonradan kalbimin muhalefet ettiği için de beni bağışla.
Allah'ım gözlerimin işaretlerini, faydasız sözlerimi, kalbimin yersiz isteklerini ve dilimin sürçmelerini bağışlamanı diliyorum."[21]
4- "Allah'ım yolculuğun zorluğundan, dönüşen kederinden ve ehil, mal ve evlatlarımızda kötü bir şey görmekten sana sığınırım.
Allah'ım sensin yolculukta yoldaşımız ve sensin ehlimizi emanet ettiğimiz. Bu ikisi senden gayrisinde toplanmaz. Zira ehlimizi emanet ettiğimiz bizimle yoldaş olamaz, bizimle yoldaş olanda ailemizle geride kalamaz."[22]
5-"Ey yükseltilmiş tavanın ve korunmuş atmosferin Rabbi olan Allah'ım! Atmosferi gece ve gündüz için konak, güneşle ay için mecra, gezen yıldızlar için seyir yeri ve sana kullukta usanmayan bir grup meleklerin için de mesken kıldın.
Ey bu yeryüzünün Rabbi! Onu insanlar, sürüngenler, otlayan hayvanlar ve görülen, görülmeyen sayısız canlıların karar yeri kıldın.
Ey yeryüzüne çivi ve halka güven veren sabit dağların Rabbi! Düşmana galip getirirsen azıp zulmetmekten koru, hakka dayandır bizi. Onları bize galip getirirsen, bizi şahadetle rızıklandır ve fitneden koru.."
Kaynakça1- Kur'an-ı Kerim.
2- Nehcu'l-Belağa
3- İbn Ebi'l-Hadid, Abdulhamid b. Hibe, 1379, Şerhu Nehci'l-Belağa, Muhammed Mehdevî Dameğanî tercümesi, Tahran, Neşrani Yayınları.
3- Amedî Temimî, Abdulvahid, 1407 h.k. Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim, Lübnan, Muessesetu el-A'lemî li'l-Matbuat.
4- Ensariyan, Ali, 1357, ed-Delilu Ala Mevzuati Nehci'l-Belağa, Tahran, İntişarat-ı Mufid.
5- Beyat, Muhammed Hüseyin, 1474, Mebaniyi İrfan ve Tasavvuf, Tahran, İntişarat-ı Allame Tabatabaî.
6- Caferî, Muhammed Taki, 1358, Şerh-i Nehcu'l-Belağa, Tahran, Defter-i Neşr-i Ferheng-i İslamî.
7- Deşti, Muhammed, Ferheng-i Mevzuat-i Kulliyi Nehcu'l-Belağa, Kum, Muesseseyi Tahkikatiyi Emirulmuminin.
8- Ragıb İsfahanî, Ebul Kâsım el-Hüseyin b. Muhammed, 1416 h.k. Mufredatu Elfazi'l-Kur'an, Beyrut, Daru'l-Kalem.
9- Sadıkî Erdekanî, Muhammed Emin, 1384, Amuzehayi İrfanî Ez Menzer-i İmam Ali (a.s), Kum, Muesseseyi Bustan-ı Kitab, İntişarat-ı Defter-i Tebliğat-ı İslamiyi Havzayi İlmiyyeyi Kum.
10- Kaşifî, Muhammed Rıza, 1384, İrfan ve Tasavvuf, Kum, Defter-i Neşr-i Ferheng Maarif.
11- Muhammed Reyşehrî, Muhammed, 1379, Mizanu'l-Hikme, Hamid Rıza Şeyhî Tercümesi, Kum, Daru'l-Hadis.
12- Mutahharî, Murtaza, 1362, İnsan-ı Kamil, Kum, Defter-i İntişarat-ı İslamî.
13- Nazımzade Kumî, Seyyid Asgar, 1374, Ali Aineyi İrfan, Kum, İntişarat-ı Defter-i Tebliğat-ı İslamiyi Havzayi İlmiyyeyi Kum.
Yusuf Tazegün
[1]- Mufredatu Elfazi’l-Kur’an, İsfahanî, s. 560.
[2]- Amuzehayi İrfanî Ez Menzer-i İmam Ali (a.s), Sadıkî Erzekanî, s. 22.
[3] el-Erbaun Hadis,Şeyh Bahai,s. 156.
[4]- Nehcü’l-Belağa, 1. Hutbe.
[5]- Şerh-i Nehcu’l-Belağa, Allame Taki Caferî, c. 2, s. 53.
[6]- Nehcü’l-Belağa, s. 404. Kısa söz.
[7]- Şerh-i Nehcu’l-Belağa, Allame Taki Caferî, c. 1, s. 270.
[8]- Şerh-i Nehcu’l-Belağa, Allame Taki Caferî, 97. Hutbe.
[9]- Şerh-i Nehcu’l-Belağa, Allame Taki Caferî, 154. Hutbe.
[10]- İrfan ve Tasavvuf, Kaşifî, s. 44-46.
[11]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, s. 95.
[12]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, s. 384.
[13]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, s. 386
[14]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, s. 135.
[15]- Nehcü’l-Belağa, 319. Kısa söz.
[16]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, s. 318.
[17]- Nehcü’l-Belağa, 31. Kısa söz.
[18] Nehcü’l-Belağa, Mektup,31
[19] el-Mizan Fi Tefsiril Kuran,Muhammed Hüseyin Tabatabi,Bakara suresi 186. Ayetin tefsiri.
[20] Mesnevi ,Mevlana,c. 6,Beyit4220.
[21] Nehcü’l-Belağa, 77. Hutbe
[22] Nehcü’l-Belağa, 46. Hutbe