İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim
Selam sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının saygıdeğer izleyicileri. Bildiğiniz gibi bir önceki programda Aynülkudât Hemedanî'nin düşüncelerini ele aldık. Üstadımızın huzurunda “işaret ilmi nedir ve ibare ilminden farkı nedir?” meselesi söz konusu edildi. Daha sonra da programın sonunda ubudiyet (kulluk) ve rububiyet (rablik) konusuna değindik. Çünkü o Hâlik ile mahlûk arasındaki ilişkiyi çok arifane bir tabirle beyan buyurmuştu. Gerçi o her aklın kabul edeceği bir şekilde burhandan da istifade etmiştir.
Üstat, o zaman soruyu tamamlayamamıştık ama sorumuz şu şekildeydi: Aynülkudât diyordu ki: “Ubudiyet, rububiyet cemâlinde bir bendir. Ondandır ki Hz. Muhammed (s.a.a.) ‘leyse beyne ve beynehu farkun, illa inni tekaddemtu bi'l- ubudiyye' (Benimle O'nun arasındaki fark, benim kullukla öne geçmem, önde olmamdır) diye buyurmuştur.”
O daha sonra “insanla Allah'ın ilişkisi, ubudiyetin rububiyetle ilişkisidir” şeklindeki bir hadisten yararlanıyor. Siz de bu konuda güzel bir matematik örneği verdiniz. Yüzey, çizgi ve nokta örneğinden hareketle çok güzel bir açıklama yaptınız. Ancak üstat buradaki “tekaddüm”den (öncelik) kasıt nedir? Ubudiyet ile rububiyet arasında bir “tekaddüm” (öncelik) ve “teahhur” (sonralık) olduğu kabul edilebilir mi?
Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Öncelikle şunu belirteyim: Onun bahsettiği “tekaddüm bi'l-ubudiye” (ubudiyetle öne geçmek) gerçekten de doğrudur. Ancak “tekaddüm bi'l-ubudiyye”, “tekaddüm bi'r-Rubibiyye” değil. Bu kaydı dikkate alırsanız mesele hallolur. Zihninize hiçbir soru takılmaz. “Tekaddemtu bi'l ubudiye” (ubudiyette öne geçtim) derken bazı cahil kimseler onun rabbimizin önüne geçtiğini iddia ettiğini anlıyor. Böyle bir şey yok. Onun öne geçtiği nedir? Ubudiyette (kullukta) öne geçiyor. Hak Teâlâ, abd (kul) değildir, rabdir. Rububiyette hiç kimse mukaddem (öne geçmiş) değildir.
Hiç kimse rububiyette mukaddem olamaz, öne geçemez. Eğer söz konusu olan ubudiyetse -ki öyledir- ubudiyette kim mukaddemdir? Herkesten daha iyi kul olan. Ubudiyet konusunda dereceler olduğunu kabul etmemiz lazım. Her insan kulluk konusunda aynı düzeyde midir? Elbette değildir. Eğer ubudiyet konusunda öncelik ve sonralık olduğunu kabul ediyorsak doğal olarak her kul aynı düzeyde değildir diyeceğiz.
Ubudiyet konusunda ezelden ebede kadar herkesin önünde olan kimdir? Hz. Hatemü'l-Enbiyâ Muhammed Mustafâ'dır (s.a.a.). Burada Hz. Peygamber, “Tekaddemtu bi'l-ubudiyye” diyor (ben ubudiyette öne geçtim) diyor, “Rububiyetin önüne geçtim” demiyor ki! Tekaddüm ve teahhür, yani öncelik ve sonralık, -bunların zamana bağlı bir özelliği vardır, gerçi zaman dışı özelliği de bulunmaktadır- çeşitli kısımlara sahiptir.
Bazı öncelik ve sonralıklar (tekaddüm ve teahhür) zamansaldır. Mesela dün bugünden öncedir. Geçen yıl bu yıldan öncedir, geçen asır, bu asırdan öncedir vs. Yani bunlarda zaman önce veya sonradır. Bu âlemde öncesi ve sonrası bulunmayan bir zaman dilimi yoktur. Bir diğer öncelik ve sonralık (tekaddüm ve teahhür) ise mekânsaldır. Mesela bu konuda imamın, cemaatin önünde olmasını örnek verirler. Cemaatle kılınan bir namazda imam doğal olarak cemaatten öndedir. İmam zaten ön demektir. Buna “tekaddüm-ı şeref” veya “tekaddüm-i izafe” de deniyor.
Bir diğer öncelik ve sonralık ise rütbe ile ilgilidir. Mesela illet (sebep) ve malul (sonuç) arasında bir karşılaştırma yapalım. Acaba illet mi öncedir, yoksa malul mü? İllet zorunlu olarak önceliğe sahiptir. İlletin malule olan önceliği zamansal değildir. İllet, malule önceliklidir çünkü illet olmadan malul olmaz. Ancak acaba illet zaman yönüyle mi malulden öncedir?
Mesela şöyle bir örnek verirler: Anahtarı kapıya sokup kapıyı açıyorsunuz. Anahtarı çevirip kilidi açtığınızda, anahtarın hareketinin kapının açılmasına tekaddümü (önceliği) vardır ancak acaba zaman olarak mı mukaddemdir? Yani sizin anahtarı çevirmeniz bir lahza, kilidin açılması ise bir başka lahza mıdır? Yoksa sizin anahtarı çevirmenize paralel bir şekilde, aynı anda mı kilit açılmaktadır? Anahtarın hareketine paralel olarak açılmaktadır. Yani zamanda paralellikle birliktedir. Zaten malul, illetle zamanda bir lahza bile müteahir (sonra) olamaz. Eğer malul, illetten bir an dahi gecikirse var olmaz. Malulün illetten bir an dahi geç kalması aklen muhaldir. O halde illet ve malul zamanda maiyete sahiptir, yani birliktedir; ama illetin her zaman malule tekaddümü (önceliği) vardır. Bu zamansal bir öncelik değil, rütbe açısından bir önceliktir.
Tekaddümün başka birçok çeşidi vardır. Mesela yukarıdan aşağıya inen bir şey düşünün. Mertebeleri olan bir varlığı düşünün. Yüksek mertebenin aşağı mertebeye göre tekaddümü vardır.
Laricani: Fakat üstat, galiba Aynülkudât başka bir şeyi kastediyor. Ubudiyette ve rububiyette tekaddüm ve teahhur çok yerli yerine oturmuyor. Orası zaman ve mekânla sınırlı değildir.
La mekani ké der u nur-é Khodast
Mazi vu mustakbel u haleş kocast?
Allah'ın nurunun bulunduğu mekânsızlıkta
Geçmiş, gelecek ve şimdi neresidir?
Onun anlatımına göre rububiyetin cemâl çehresi, ubudiyet benidir. Siz buna önceki programda değinmiştiniz. Acaba o nokta mı dudağa mukaddemdir, yoksa dudak mı noktaya?
Üstat Dinani: Hayır, burada iki konu var. Bu durumda tekaddümü tanımlamamız gerekiyor. Yüzdeki bene tekrar değiniriz. Ubudiyet beni rububiyet çehresindedir öyle değil mi? Peki ubudiyet beninin rububiyet çehresinde olması birinci mesele, tekaddüm ise ikinci meseledir. Ubudiyet beninin rububiyet çehresinde olmasını açıklamamız gerekiyor, diğer mesele ise ubudiyetteki tekaddümdür. Bu, ister “tekaddüm bi'l-ubudiyye” isterse “fi'l-ubudiyye” olsun ki her ikisi de doğrudur. Yani Hz. Peygamber hem “bi'l-ubudiyyet” hem de “fi'l-ubudiyyet” olarak tekaddüme sahiptir. Fakat bu tekaddüm ubudiyettedir.
Daha önce de arz ettiğim gibi âlemdeki hiçbir varlık ubudiyette (kullukta) Hz. Peygamber'den daha önde değildir. Onun ubudiyeti her şeyden daha mukaddemdir. Ubudiyetin aslı onun ubudiyetidir. İnsanın kemâli insanın ubudiyetindedir. İnsanın ubudiyeti kemâle ererse insan kâmil olur.
Ubudiyet beninin rububiyet çehresinde olması da ayrı bir bahis konusudur. Evet doğru, orada zaman ve mekân yoktur. Onların hepsinin üstündedir. Ancak ubudiyet neden rububiyet çehresinde bir bendir? İşte bütün mesele burada.
Geçen programda da bahsettiğim gibi, “ben” başlangıç noktasıdır. Yani bir noktadan hareket başlıyor. Ancak bu mekânsal, niteliksel, niceliksel bir hareket değil. Bir yayılma, bir inbisattır. Her inbisat, bir noktadan başlıyor. Rububiyet, ölümsüz ve ezeli niteliğiyle sabit, değişmez, yenilenmez ve hareketsizdir.
Peki kesret nerede başlıyor? Rububiyet vahdet makamındadır. Salt-mutlak vahdet, mutlak birliktir. Bu bir, rakamsal birlikteki gibi diğer birler arasındaki bir değildir. Zamansal ve mekânsal çokluk yoktur. Hiçbir kesret, hiçbir değişim ve hiçbir ikilik ona ulaşamaz. Kesretten ve ikilikten tamamen beridir. Rububiyet mutlak ehadiyettir (teklik), mutlak vahdettir.
Mutlak ehadiyet olarak kalsaydı -tabii ki şu anda da ehadiyet makamı var ve hep olacak, o bir rütbedir, bir makamdır-. Ehadiyet makamında hiçbir kesret yoktur. Fakat bunun zuhur etmesi, tecelli etmesi gerekiyor. Bu âlemin meydana gelmesi gerekiyor. Eğer bu âlem var olmasa Hak Teâlâ zâhir olmazdı. İnsan-ı kâmil olmasaydı, Hak Teâlâ zâhir olmazdı. Dikkat buyurun, Hakk'ın zuhuru insan-ı kâmildir.
İşte ubudiyetin rububiyet çehresinde bir ben olması buradadır. Yani başlangıç noktasıdır. Vahdetin kesrete yönelmesi buradadır. Yani tecelli başlamaktadır. Bu başlangıç zamansal değil, biz burada zaman ve mekândan bahsetmiyoruz. Bu noktada, “beda” ve “ibtida” kavramlarından bahsetmemiz gerekiyor.
“İbtida” ve “beda” diye iki kavram var. Her “ibtida”nın öncesinde bir “beda” vardır. Fakat o vahdet makamı, “ibdita”nın lafının bile edilemeyeceği bir makamdır. Çünkü “ibtida” dediğiniz anda onun bir de öncesini tasavvur etmeniz gerekir. Vahdet veya ehadiyet makamı için “ibtida” diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü “ibtida” bir başlangıç noktasıdır. Hâlbuki orada hiçbir kesret yoktur. Fakat Allah'ın tecellisi başladığı anda varlık inbisat (yayılma) eder -ki buna filozoflar “kevn-i vücûdî” derler- yani Hak Teâlâ'nın feyzi başlar. Çeşme adeta fışkırmaya başlıyor, yani hayat suyu, varlık suyu akıyor ve mümkinât âlemini doyuruyor.
Burası mümkinât âlemidir ve ubudiyet buradadır. Hekimlerin (filozofların) tabiriyle vücubdan imkâna akıştır. Vücub ile imkân birbirinin karşısındadır, hiçbir vacib mümkin olmaz, hiçbir mümkin de vacip olmaz. Fakat vücub imkân âleminde sereyân etmeli ve imkân âlemi dolmalıdır. Eğer imkân âlemi varlıkla dolmamış olsaydı boşluk, boşluk olarak kalmaya devam ederdi.
Mahiyet olmaksızın imkân âlemi boştur. “İmkân, mahiyet olmaksızın var olamaz ve bilinemez.” İçinde hiçbir şey yoktur. Bu imkân âlemi bir kaptır, onun Hak Tebarek ve Teâlâ'nın feyziyle dolması gerekir.
Laricani: Peki o “adem-i mücami” midir? Yoksa “adem-i mahz” mıdır?
Üstat Dinani: Tabii ki “adem-i mücami”dir. İmkân her zaman mümkündür. Şair olan arifin tabiriyle:
Siyeh ruyi z mumkin der do âlem
Coda hergiz ne şod vallahu âlem.
Her iki âlemde yüzü karalık mümkündür
Asla ayrılmadı, Allah en doğrusunu bilir.
Mümkün “bima hüve mümkin”, bizatihi, kendi başına olursa, sonsuza kadar “yüzü kara”dır, yani boştur. Hiçbir şeyin olmaması mümkündür. Ancak bu mümkünün Hak Teâlâ'nın feyziyle dolması gerekir. Dolayısıyla ubudiyet, rububiyet cemâlindeki ben olduğuna göre burası başlangıç noktasıdır, yani Hakk'ın tecellisi, feyzi başlıyor demektir. Burada biz başlıyor dediğimizde aklımıza belirli bir zaman geliyor. Bunu zihnimizden çıkarmamız gerekir. Zihnimizi biraz sırla taltif edip düşüncemizi zaman ve mekânın ötesine yükseltmeliyiz. Ancak maalesef bizler daima zaman ve mekân çerçevesinde düşünüyoruz. Hak Teâlâ vardı dediğimizde belirli bir zamanda ve mekândaymış gibi düşünüyoruz. Burada bize zihinsel tecrit (soyutlama) gerekir, zihinsel tecrit de ancak riyazetle mümkündür. Riyazetle zaman ve mekânı zihnimizden çıkarabiliriz.
O halde biz ubudiyetin rububiyet çehresindeki bir ben olduğunu söylediğimizde, Hak Teâlâ'nın feyzinin imkân âlemine ulaştığını söylemiş oluyoruz. Hak Teâlâ'nın feyzinin imkân âlemine ulaşması… Nokta, vahdetin alametidir. Yani vahdetten kesrete gelmek… Yani feyzin sudûru… Yani Hak Teâlâ'nın nurunun inbisatı… Yani Hak Tebarek ve Teâlâ'nın tecellisinin yayılması… Nokta vahdetten kesrete geliyor. Aynülkudât, vahdetten kesrete gelmeyi işaret ve kinaye yoluyla “Rububiyet çehresindeki ubudiyet beni” olarak ifade etmiştir.
Laricani: Üstat, çok güzel bir açıklama oldu. Hem felsefi ve hem de irfani açıdan güzel izah ettiniz. Buradaki “ben”, sizin de buyurduğunuz gibi başlangıç noktasıdır. Kesretin başlangıcıdır, ilahi feyzin başlangıcıdır, “sadır-ı evvel”dir.
Aynülkudât'ın kendisi de bunu güzel bir şekilde açıklıyor. Diyor ki: “Filozoflar, fasit teselsül dairesinin dolambaçlarına esir olmuştur. Kelamcılar, ‘hadis' ve ‘kadim' meselesine saplanıp kalmışlar. Ben ise size güzel bir şey söylemek istiyorum. O ‘ben', senin kendindir.”
Sizin de buyurduğunuz gibi riyazetle o “beni” keşfetmek gerekir. Onun ifadesindeki incelik ve güzellik şu ki: O büyük insan noktayı insanın kendisinde tamamlıyor. Üstat benim de elli yıldan fazla bir süredir bu vadide emek vermiş bir filozof olarak zatıâlinize sorum şu: İnsan neden kaybettiğinin peşinde değil, neden onu aramıyor? Hâlbuki bu, onun varlığının zirvesidir. Nitekim sizin de buyurduğunuz gibi Temhidât'ta da şunu söylüyor: “Seni şu inanca ulaştırmak istiyorum ki her ne varsa o sensin.”
Üstat Dinani: Sizin buyurduğunuz soruda iki önemli husus var: Birincisi insan kaybettiği şeyi niçin aramıyor? İkincisi de “nokta senin kendindedir.” Evet her ikisi de önemlidir. Elbette her şey insandadır. Hz. Ali'nin şiirinde “Senin içinde en büyük âlem var!” diye geçer yahut bir hadiste şöyle denir: “El ubudiyyetu cevheretun kunhuha er-rububiyye” (Ubudiyet bir cevherdir, onun özü de rububiyettir. (kudret sahibi olmaktır))
Zaten hiçbir şey insanın dışında değildir. Mevlana'nın dediği gibi:
Birun z to nist her çé der âlem hest
Der khod beteleb her an çé khahi ké toi.
Senin dışında değil âlemde her ne varsa
Kendinden iste, sen istediğin her şeyi.
İnsan, tüm dünyayı gösteren o efsanevi kadehtir! İnsan, öyle bir kadehtir ki onun içinde her şey vardır. Şimdi gelelim “ben”in insanın kendisi olduğu meselesine. İnsan eğer vahdeti anlamasaydı, asla muvahhid olamazdı. Siz, “Neden kaybettiğini aramıyor?” diye sordunuz. Hayır, arıyor ama kaybediyor.
Kendi cevherini aramayan bir insan olabileceğini sanmıyorum. Tüm insanlar çaba gösteriyor ama maalesef yanlış yollara sapıyor. Ya da bazı şeylere az ikna oluyorlar. Yoksa bu istek, bu çaba ve arayış hissi her insanda vardır. Ancak bu çabalar yanlış şeyler için gösteriliyor ve insan gitmemesi gereken yerlere gidiyor. İnsan hata yapan bir varlıktır.
“Nokta insanın kendisindedir” şeklindeki sözünüze gelince… Evet tabii ki nokta insanın kendisindedir. Ben noktayı vahdetin sembolü olarak açıkladım. Ben bununla ilgili açıklamalarımda her zaman noktayı vahdetin sembolü olarak gördüm.
Bizim bâtınımız vahdete bağlıdır. Biz vahdet âlemine bağlıyız. Vahdeti anlıyoruz ve vahdete yaklaştığımız ölçüde genişliyoruz. Kesretler birer kayıttır, kesrete ne kadar dalarsak o kadar çok kaydımız olur. Kesretten ne kadar yükselirsek de vahdete yaklaşırız. İzin verirseniz vahdet beninin insanda olduğunu daha iyi açıklayabilmek için bir örnek vereyim.
Her insanın bir dizi algısı ve idraki vardır. Duyu idrakleri mesela gözle görür, kulakla işitir, dille tadar, burunla koklar. Bunlardan başka bir de tahayyülat, vehmiyat ve akliyat vardır. Siz gözle sınırlı bir daireyi görürsünüz. Kulakla belirli sesleri duyarsınız. Biraz daha yukarı çıkarsanız hayal âlemine ulaşırsınız. Hayalin dairesi, duyuların dairesinden daha geniştir.
Duyular, karşı karşıya olmayı gerektirir, organların sağlam olmasını gerektirir yani birtakım şartlar lazımdır. Ama hayal öyle değildir, gözleriniz de kulaklarınız da kapalı olsa hayal kuşu serbesttir. Tüm âlemleri dolaşır, sahası çok daha geniştir. Bununla birlikte hayal âleminde de bazı sınırlar vardır. Hayal âlemine yalnızca şekiller sığar. Yani muhayyilenize gelen bir şeyin şeklinin olması gerekir. Bu bir imgedir, şekil ve tasvirdir. Siz şekli olmayan bir şeyi tasavvur edemezsiniz. Ona mutlaka bir şekil verirsiniz. Eğer şekli de yoksa ona bir şekil verirsiniz ki onu tasavvur edebilesiniz.
Hayal duyulardan daha yukarıda olmakla birlikte şekle sahip olmak gibi bir kayıt altındadır. Hayalden yukarı çıktığımızda ise akla ulaşıyoruz. Akılda artık şekil kaydı yoktur. Tümel (küllî) idraktir. Tümel manadır, mefhumdan (kavramdan) da daha yukarıdadır. Elbette mana, mefhumda vardır ama mefhumdan daha da ötedir.
Duyularla veya gözle karşınızdaki insanı görürsünüz. Hayal, şekil sahibi insanları görür ama akıl âlemi insanın manasını söyler. İnsanın anlamı ne kadar sınırlı olabilir ki? Ezelden ebede kadar tüm insanları kapsar. Bir anda insanın tümel manası idrak edildiğinde tüm insanlar idrak edilmiş olur.
Yani bâtın, yukarı doğru gittikçe genişliyor ama vahdet de daha fazla artıyor. Duyuların (his) vahdeti mi daha fazladır yoksa aklın vahdeti mi? Tabii ki aklın vahdeti, duyular kesretle doludur. Duyulardan daha az olmakla birlikte hayal de yine kesrete sahiptir. Evet akılda da kesret olmakla birlikte onlara kıyasla çok daha azdır. Yani yukarı doğru çıktıkça vahdete yaklaşırsınız.
Nokta vahdetin sembolüdür. Sonuçta bir noktaya ulaşıyorsun ki orada hiçbir boyut yoktur. Yani hiçbir kesret yoktur. Nokta hiçbir şekilde bölünemez. Bölünememesi demek kesretin olmaması demektir. İşte o nokta sizin kendi varlığınızın nihai sırrıdır. Eğer o nokta sizin sırr-ı süveydanızda (en gizli, en derin yeriniz) olmasaydı siz vahdeti idrak edemezdiniz. Ve vahdeti idrak edemezseniz kesreti de idrak edemezsiniz. Kesreti de ancak vahdetin ışığında idrak edebiliyoruz. Evet vahdet noktası bizdedir, bizdedir ne demek? Yani, insanın rububiyet çehresindeki ubudiyet benidir.
Üstat, idrak çeşitlerini açıkladınız. Buna göre en yüksek idrak akli idraktir. İnsan orada manayı idrak etmektedir. İnsan idrak merdiveninden yukarı çıktıkça vahdet zirvesine yaklaşıyor. İnsan günlük hayatında da bunu hissediyor. Hatta öyle gözüküyor ki duyuların dairesinde bile bu vahdet arayışı var. İnsanlar neden tepelere, tepelerden de zirvelere gidiyorlar? Demek ki bu her insanın içinde olan bir şeydir. Vahdete ulaşma arzusu her insanda vardır. Hatta insanın varlığının zorunlu gereği budur.
Mevlana da “men çu leb guyem leb-é derya buved” (Benim dudak (kıyı) dediğim denizin dudağıdır) derken bunu kastediyor. Yani insan bazen kendi sahilinin kıyısında kalıyor. Bana göre Aynülkudât'ın Temhidât'taki açıklamaları, çok derin bir içsel tecessüsün ürünüdür ve maalesef hala keşfedilmiş değildir. Tabii psikologlara küstahlık yapmak istemem ama acaba onların insanı biraz kendi dairesinden uzaklaştırdığını düşünmüyor musunuz? Neden insan hep “efelâ tubsirun” (hiç akletmez misiniz?) şeklindeki kınama sopasını yiyor?
Üstat Dinani: Bunun sırrı şurada, dediğim gibi insan maalesef zâhirin esiridir. Sizin de buyurduğunuz gibi Mevlana şöyle diyor:
Men çu leb guyem leb-é derya buved
Men çu la guyem murad illa buved.
Ben dudak derken denizin dudağını diyorum
Ben “la” derken “illa”yı kastediyorum.
“Ben dudak derken denizin dudağını kastediyorum” diyor. Bu dudaktan bahsediyorum ama ben kıyısız bir denizim. Dudağı bedenle kıyaslarsanız evet dudak da bedenin bir parçasıdır. Bir doktor dudağa baktığında onu bedenin bir parçası olarak görür, onu merak ederek tüm bedeni tanır. Fakat o diyor ki ben dudak derken, denizin dudağını kastediyorum. Tabii bu bildiğimiz deniz değildir. Büyük okyanusun bile bir kıyısı var, insanın iç denizinin ise kıyısı yoktur.
“La” derken “illa”yı kastediyorum diyor. Eğer “la”da kalırsan şirkte kalmış olursun. Doğrudur “la” diyorum ama yolum “la” demekle başlıyor. Eğer benim yolum “la” demekle başlamamış olsaydı ben mutlak vahdette kalırdım ve bütün bunlar olmazdı, varlık âlemi olmazdı, tekâmül seyri olmazdı. Ben sadece “la” dersem şirktir ama bunun “illa”sı var.
Aynülkudât'ın incelikli bir inceleme yaptığı yönündeki sözleriniz doğrudur. Bu incelikli inceleme marifet sahiplerinin işidir. Yeni psikologlara değindiniz, onların marifet âlemiyle işleri yoktur. Onlar insanın davranışlarını inceliyorlar. Onlar da ruhsal inceleme yapıyor, Freud, Jung vs. de ruhsal inceleme yapıyor ama onlar farklı bir şekilde çalışıyorlar ve hayal âleminden ötesine gidemiyorlar.
Birtakım ukdeler, kompleksler, tatmin edilmemiş arzular vs. gibi insani konular üzerinde incelemeler yapıyorlar ve bunların hepsi kendi düzeylerinde doğrudur, bu bizim konumuzun dışında. Ama onlar insani sırlara ulaşamazlar. Arz ettiğim gibi insan, uçsuz bucaksız bir denizdir. Siz zirveden, piramidin tepesinden bahsettiniz. İnsan, kendi başına bir âlemdir. Âlemde her ne varsa insanda vardır.
Bir başka tabirle söyleyecek olursak insan, varlık âleminin fihristidir. Kitaplarda fihriste bakarsınız, kitabın tüm konularını özet olarak kitabın fihristi yansıtır. İnsan da varlık kitabının fihristidir. Yani her şey insanda vardır. Burada âlem derken sadece bu yaşadığımız coğrafi âlemi kastetmiyoruz. Hem mülk hem de melekût âlemini kastediyoruz. Mülk ve melekût âlemindeki tüm mertebeler insanda da vardır.
İnsana dair bir benzetme yapmak istersek onu piramide benzetebiliriz. Hatta âlemi de bir piramide benzetebiliriz. Piramidin alt tarafı geniştir, yükseldikçe daralır ve en tepesi ise tek bir noktadır. İşte o vahdet noktasıdır. İşte oradan aşağıya doğru indiğinizde kesret artar, aşağıdan yukarı çıktığınızda ise vahdete yaklaşırsınız. Piramidin başındaki nokta ise Aynülkudât'ın işaret ettiği üzere rububiyet cemâlindeki ubudiyet benidir.
İşte güzellik de buradadır, bu âlemin güzelliği ise beninin olmasıdır. O ben olmasaydı, o güzellik eksik olurdu. Eğer piramidin kaidesi o tepe noktasına sahip olmasaydı, bu kesretler bir vahdette sonlanmasaydı ne olurdu? Parçalanmışlık ve mutlak karanlık… Parçalanmışlıkta hiçbir şeyin birbiriyle ilişkisi yoktur. Bu zulmettir, bizim ıstılahımızla “huvas”, Batılıların ıstılahıyla kaos… Âleme anlam veren ve âlemi derli toplu yapan, âlemde her şeyi birbiriyle ilişkili kılan ve tüm ilişkileri bir noktada odaklandıran o piramidin başı vahdet noktasıdır. İşte benim felsefi dille anlattığım bu şeyi Aynülkudât, irfani ve edebi bir dille ifade ederek “rububiyet cemâlindeki ubudiyet beni” diyor. Âlemin vahdetinin sırrı, âlemin birbirine bağlılığı ve varlığın anlamı…
Laricani: Evet üstat, insanın bu vahdet ve bu zirve konusunda ilmi var, hareket etme motivasyonuna da sahip, ama insan asıl istediği şeye ulaşmak yerine bazı sahte şeylerin peşine düşüyor. Yani kendini arayışında, kaybettiği şeyin o olduğunu sandığı bazı şeylere tutunuyor ve bu da birçoklarının sapmasına neden oluyor. Bazı istismarcılar da işte bu noktada avlıyorlar. Birileri çıkıyor kaybettiğin yolu ben biliyorum, benimle gel seni oraya götürürüm diyor ve onu alıp sahte bazı irfanlara götürüyor. Peki insan ne yapmalıdır ki bu avcıların tuzağına düşmesin?
Üstat Dinani: Evet, insanın ağır yükü tam da burada başlıyor. Allah her insana akıl cevherini vermiştir. Bu akıl cevheri insanın fıtratına hem potansiyel, hem fiili olarak yerleştirilmiştir. Bununla birlikte insan çaba da göstermelidir. Yüzeysel ve mübtezel şeylere hemen ikna olmamalıdır.
İnsanlar bazen akıllarını çok kullanmadıkları için değersiz, bayağı şeylere razı olurlar ve gönül vermemeleri gereken şeylere bağlanırlar. Gönül cevherini her şeye bağlamamak gerekir. Gönül cevheri çok kıymetli bir şeydir. Basit, sıradan, değersiz, dünyevi, nefsani şeylere kani olan biri doğal olarak çakılı kalmıştır. Adi şeylere kanmaması gerekir çünkü içinde o cevher bulunmaktadır. İnsan akli cevherini geliştirmelidir.
Akıl her zaman yukarıyı talep eder, sürekli yukarıyı ve daha yukarıyı… Aslında insan daima yükselmeyi ister. Fakat insanda şeytani vesveseler vs. de mevcuttur. Ayrıca yükselme peşinde olmak kolay bir şey değildir, biraz zordur. Yani zorlu bir geçittir, dikenleri çok olan bir çöldür.
Büyüklerin sözleri bizim için çok öğreticidir. İşte tatlı sözlü Hâfız'ın sözleri:
Der biyaban ger be şovk-é Kâbe khahi zed kadem
Serzenişha ger koned khar-é muğilan gam mekhor.
Eğer Kâbe'nin şevkiyle çölde adım atıyorsan
Deve dikenleri de canını yaksa gamlanma.
Evet zordur, sıkıntılıdır, deve dikenleri vardır doğru ama Kâbe'nin şevkiyle gitmemiz gerekir. Evet zorlu bir çöldür ama bu yolun sonu da vardır, umutsuz olma.
Yusuf-é gom geşte baz ayed be Kenan gam me khor
Kolbe-yi ahzan şeved ruzi golistan gam mekhor.
Kaybolmuş Yusuf'un bir gün Kenan iline döner gamlanma
Hüzün dolu kulüben bir gün gül bahçesi olur gamlanma.
Bir zamanlar bir kitapta okumuştum, yeri gelmişken bunu nakledeyim. Eski Marksistlerden biri 50-60 yıl önce ideolojik bir suç yüzünden Moskova'dan Sibirya'ya sürgün ediliyor. Sibirya çok soğuk ve şartları çok zorlu bir yerdir. O kitapta şöyle yazmıştı: Ben oraya Hafız'ın divanını götürmüştüm ve o benim hayatımı kurtardı. Eğer o kitap olmasaydı ben orada çürür, ölür giderdim. Daha sonra da Hafız'ın divanının onu nasıl kurtardığını açıklıyor. O kitapta diyor ki ben Hafız'ın şu şiirini okurdum:
Yusuf-é gom geşte baz ayed be Kenan gam me khor
Kolbe-yi ahzan şeved ruzi golistan gam mekhor.
Kaybolmuş Yusuf'un bir gün Kenan iline döner gamlanma
Hüzün dolu kulüben bir gün gül bahçesi olur gamlanma.
İşte bu umut ışığı benim yüreğimi aydınlatır, içimi ısıtırdı. Bu şekilde hayatta kaldım ve o korkunç yerden kurtuldum. Bu satırları yazdığına göre demek ki geri dönmüş.
Evet umut olmalı; ancak sadece umut da yetmez, umut aklın hükmü ile birlikte olmalıdır. Daima akıldan yardım alınmalı, hem çölün hem de caddelerin hilelerine aldanmamalıyız. Çünkü aldatıcılar sadece çölde değiller, cadde ve sokaklarda da varlar.
Laricani: Pekâlâ üstat, çok teşekkür ederim, hem size hem de izleyicilerimize. Bir diğer programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.