Gönülden Allah’a inanmış bir mü’min dünyaya asla önem vermemelidir, çünkü eğer maddî nimetler ona verilmişse bu onun için büyük bir sınavdır, yani Allah onu zenginlikle imtihan etmektedir. Yok eğer dünya nimetleri ona verilmemişse bu da başka bir imtihandır, bu durumda da sabretmesi gerekir.
Tabii ki fakirliğe sabretmesinden kasıt, içinde bulunduğu durumdan çıkmak için hiçbir şey yapmadan oturması değildir. Aksine çalışıp fakirlikten kurtulmak için uğraşmalıdır, ama bu müddet zarfında sabretmeli ve asla isyan edip sızlanmamalıdır.
Mü’min, Allah tarafından onun için belirlenmiş olana güvenmiş ve kendi yararına en iyi olanın bu olduğuna inanmıştır. Eğer bütün dünyayı ona verseler yahut da zalimlerin en kötü işkenceleri altında ezilse o, bunların her ikisini de hayır olarak görür.
Allah kimseye düşman değil ki, onu sebepsiz yere fakir kılsın veya kimseyle dostluğu yok ki, onu zengin etsin, bütün bunların bir hikmeti bulunmaktadır.
Demek ki, hiçbir şey boşu boşuna, kendiliğinden oluşmamakta, bütün işler bir hesap üzere gelişmektedir. Ama bizler bunun hikmetini bilmemekteyiz, zaten bilmememiz de gerekir; çünkü imtihanın doğru sonuç verebilmesi için ona müptela olanın hikmetleri bilmemesi gerekir.
Kazandığımız zaman gururlanmamayı ve kaybettiğimizde de üzülmemeyi ne kadar çok başarabilirsek o kadar çok Allah’ın katında değerli ve O’na yakın oluruz. Hemen gururlanmamız veya isyan etmemiz ise geçici olan dünyaya bağlılığımızın ve zayıflığımızın bir göstergesidir.
Allah bizi zayıflıktan kurtarıp mükemmel kılmak istiyor, bizi bu kötü dünyaya bağlılıktan kurtarıp özgür kılmayı arzuluyor. Bunun yollarından biri de dünyadaki bütün acı ve sıkıntıların belli bir hesap, ilâhî kaza-kader üzere olduğuna inanmaktır. Şuna kesinlikle inanalım ki, hiçbir şey sebepsiz ve hesapsız oluşmaz.