Peygamber Efendimizin Bi'seti
Bi'set (Arapça: البعثة), Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) insanların hidayeti için Allah tarafından gönderilmesini zaman ve mekân olarak anlatan bir terimdir. “Meb’es” sözcüğünde “bi’set” manasına gelen masdar anlamı da yatmaktadır. "Bi’set" kelimesi İslam litaretüründe daha çok Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) için kullanılmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.a) 40 yaşında Nur dağında (Mekke şehri yakınlarında) Hira Mağarası'nda Cebrail aracılığıyla peygamberliği kendisine iletilmiştir ve bu İslam dininin başlangıcı olmuştur. Bu olay İmamiye Şialarının meşhur görüşüne göre, Hicretten 13 yıl önce Recep ayının 27’sinde gerçekleşmiştir.
Hz. Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.a) bi’setinden önce, o bölgenin insanları daha çok putperest idi. Ancak buna rağmen, aya tapanlar, güneşe tapanlar, yıldıza tapanlar ve aslı bozulan semavi dinlere mensup olanlar da Hicaz’ın farklı yerlerinde yaşamaktaydılar. Ama Peygamber Efendimizin (s.a.a) bi’seti ve İslam’ın zuhuru ile bu din putperestlik dinini ortadan kaldırmış ve Hicaz’a hâkim olmuştur.
Hz. Resul-ü Kibriya Efendimizin (s.a.a) meb’es yıldönümü Müslümanların büyük bayramlarındandır ve "Meb’es bayramı" olarak kutlanmaktadır.
Terminoloji
Sözlük ve Terim Anlamı
“Meb’es” sözcüğü, Arap lügatında masdar-ı mimi, ism-i zaman ve ism-i mekândır. “b-e-s” (ب ع ث) kökünden olup, göndermek anlamına gelmektedir. "Meb’es" göndermek, yollamak ve başlatmak anlamlarındadır.
"Meb’es" kelimesinde "Bi’set" anlamına gelen mastar veya bi’set zamanını anlatan ism-i zaman da dikkate alınmıştır. Dolayısıyla genellikle meb’es, "gün" veya "yevm" kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır (meb’es günü veya yevmu’l meb’es).
Dinî terim olarak, bi’set bir insanın diğer insanların hidayeti ve Allah’ın dinine davet için gönderilmesi anlamındadır.[5] Meb’es günü veya meb’es bayramı, Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) Allah tarafından risaletle mebus edildiği gündür.
Kur’an’da
Bi’set, Kur’an kültüründe, içinde bir çeşit değişiklik olan tekamülün aşamalarından birisine gönderme ve ulaştırma faktörüdür. Bundan dolayı, ölülerin haşredilmesi anlamında da kullanılmıştır. Zira büyük bir değişim ve yeni bir atmosfere girmenin başlangıcıdır. Ancak yaygın terim anlamı olarak peygamberlerin insanların hidayeti için gönderilmesi anlamında kullanılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim'de “Bi’set” Allah’a nispet verilmektedir. Ölülerin dirilişi, yaratılışa has yasa ve kanunlar, resullerin gönderilişinin tamamı Allah’ın alemlerin yaratılışındaki mutlak egemenliğine ve ilgili hedeflere işaret etmektedir.
Peygamberlerin gönderilmesinde dikkat çeken nokta, Allah’ın insanlara olan lütfudur. Bu lütuf hidayet ve danışmanlıktır. Aynı zamanda insanların içinden ve aynı türdendir.
“Andolsun, Allah, müminlere kendi içlerinden, onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
Peygamberlerin insan türünden seçilmesi, bazen peygamberlerin içinde bulundukları toplum tarafından alaya alınmalarına ve müşrikler, muanidler/inat ehli ve mütekebbirlerin/kendini beğenmişlerin inkarına neden olmuştur. Ancak burada bir hikmet ve mantık yatmaktadır. Peygamberler Kur’an’da örnek insan ve model olarak tanıtıldıkları hasebiyle, eğer başka bir türden seçilmiş olsalardı, İnsanoğlu için bir örnek olamazlardı. Dolayısıyla her peygamberin kendi türünden olanlara gönderilmesi, ilahi bir sünnet ve aynı zamanda muhalefet edenlere de bir kanıt ve hüccettir.
Hicaz’ın Bi’set Öncesi Dini
Arap Yarımadasında yaşayan insanların çoğunun dini, putperestlik çeşitleriydi. Yemen’de ay ve güneşe tapmak yaygındı. Ay'ı ilah ve güneşi ilahe bilmekteydiler. "Abduşşems", "Abduşşarik", "Abdunnecm" ve "Abdussüreyya" gibi isimler, bu tür ibadetlerin bir yansımasıydı. Manevi kavramlara ve görülmeyen güçlere tapmak da başka bir topluluğun ibadet tarzıydı.
Taş ve ağaçlara tapmak putperestliğin bir başka yansımasıydı. Uzza’nın mabedi üç ağaçtı. Mekke ile Taif arasında bulunmakta ve adına nahle denmekteydi. Mekke civarında Kureyş’in en büyük putu "Hubel" idi. Periler, devler ve yaratıklar gibi ruhlara tapmak da yarımadanın farklı yerlerinde yaygındı.
İçeriği değişmiş semavi din mensupları da bu toprakların çeşitli yerlerinde yaşamaktaydılar. Yahudilik Yemen, Vadi’l Kura, Hayber ve Yesrib (Medine)’de Kurayza oğulları, Kaynuka oğulları, Nadir oğulları kabileleri arasında yaşamaktaydı. Kuzeyde ve Yemen’in güneyinde Taglib, Gassan, Kudai kabileleri arasında Hristiyanlar yaşamaktaydı. Zerdüştlük ve Budizm kuzey doğuda, Sabiiler Yemen, Harran ve Irak’ın kuzey bölgelerinde yaygındı.
Az bir grup ise, bilinen yaygın düşüncelerden uzak kalmakta ve uzlet hayatı yaşamaktaydı. Nitekim bazı rivayetlerde Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) dedesi Abdulmuttalip, ilk olarak Ramazan ayında Hira Mağarası'nda kalmaya başlamıştır. Ramazan ayı olduğunda Hira’ya gider ve öksüzlere yardım ederdi. Ondan sonra Varaka b. Nevfel, Ebu Umeyye b. Muğeyre gibileri onu takip etmiş ve Ramazan ayı sonuna kadar o bölgelerde kalmışlardır. Elbette Hira'da olduğu gibi, bir noktada toplanmıyorlardı. Ancak Ramazan ayında uzlet ettikleri kesindir. Bu da halkın Ramazan ayına duyduğu saygıyı göstermekte ve hatta belki de bu adetin geçmişten o güne kadar yaygın olarak geldiğinin bir göstergesi idi. Kendisine bu tür bir yaşam biçimini seçen veya putperestlik karşıtı olan gruplara hünefa (hanifler) denmekteydi.
İslam Öncesi Yaşama dair İmam Ali’nin (a.s) Açıklaması
Nehcü’l Belağa’nın naklettiğine göre, Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s), Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) bi’setinden önceki Arapların yaşam tarzları hakkında şunları söylemektedir: “Allah Teâlâ, Muhammed’i âlemleri korkutmak, sakındırmak ve indirdiği hükümleri emin bir halde korumak için gönderdi. Siz Arap toplumu en kötü din üzereydiniz ve en kötü yeri yurt edinmiştiniz. Etrafınızda sarp taşlar/kayalar ve (seslerden ürkmeyen) zehirli yılanlar vardı. Bulanık/pis suları içiyor, (kertenkele, hurma çekirdeğinden yapılan un gibi) sert şeyler yiyor, birbirinizin kanını döküyor ve akrabalık hakkını gözetmiyordunuz. Putlarınız aranızda dikilmiş ve günah işlemekten çekinmiyordunuz.”
Hira Mağarası
Hz. Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.a) bi’seti 40 yaşında veya meşhur görüşe aykırı olarak 43 yaşında gerçekleşmiştir.[20] Bu farklı görüşlerin oluşma nedeni, bi’set kavramından farklı edinimlerden kaynaklanmaktadır. Acaba "Bi'set" terimi, Kur’an ayetlerinin ilk nazil olduğu gün anlamında mı kullanılmıştır? Yoksa resmi ve aleni tebliğe başlanıldığı güne mi "Bi'set" denilmiştir?
Tarihçilerin dediğine göre meb’es, Amu’l Fil'in yani Fil yılının 40’ında Recep ayının 27’sinde ve İran’daki Husrev Perviz hükümetinin 20. yılında gerçekleşmiştir. Başka görüşler Ramazan ayının 17 veya 18’inde yahut Rebiülevvel ayının günlerinden birinde gerçekleşmiştir. Şialar bu görüşler içinde ilk görüşü kabul etmektedir.
Hz. Resul-ü Kibriya Efendimiz (s.a.a) ibadet ve yakarış için Hira Mağarası'nda bulunduğu sırada, Alak suresinin ilk ayetleriyle ilahi daveti başlamış ve Müddessir suresinin ilk ayetleri ile bu süreç devam etmiştir.
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) bi’setine yakın yıllarda insanlardan uzak durmakta ve tek bir Allah’a ibadet etmekteydi. Yılda bir ay boyunca Nur dağı ında münzevi olur ve orada bulunan Hira Mağarası'nda ibadetle meşgul olurdu. Bu süre zarfında onun yanına giden her ihtiyaç sahibine yemek verirdi. İbadetle geçirdiği ay bittikten sonra Mekke’ye dönerdi. Yine Hira’da inzivaya çekilip ibadetle geçirdiği günlerden bir gün peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Cebrail benim yanıma gelerek şöyle dedi: Oku. Dedim ki: Ben okuma bilmem. Yine oku! dedi. Dedim ki: ne okuyayım? Dedi ki: “İkra bismi rabbikellezi halek” (Yaratan Rabbinin adıyla oku)". Nitekim bilindiği gibi peygamberlikle şereflendirildiğinde kırk yaşına ulaşmıştı.
Allah Resul-ü (s.a.a) kendisine nazil olan Alak Suresinin ilk ayetlerinin telakkisi ve peygamberlikle şereflenmesinin ardından, mabedinden ayrılarak Mekke’ye geri döndü. O geceye kadar başına gelmemiş böyle bir durumun ardından, her şeyden önce kendi evine dönmesi gayet doğaldı. O sırada evde üç kişi bulunmaktaydı: Değerli eşi Hz. Hatice, amcası oğlu Hz. Ali b. Ebu Talip ve Zeyd b. Harise. Hz. Peygamber (s.a.a) tevhide ilk davetini kendi ailesinden başlattı ve ona ilk iman eden kişi eşi Hatice ve erkeklerden o sıralar bakımını üstlendiği amcası oğlu Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s) oldu.
Cebrail tarafından Hz. Peygamer-i Ekrem’e (s.a.a) ilk kez vahiy nazil olduğunda bunun bir heybet ve ağırlıkla gerçekleştiği nakledilmiş, (Peygamber Efendimiz (s.a.a) evine döndüğünde eşi Hz. Hatice’ye (s.a): “Beni ört” demiştir) ancak şaşkınlık ve belirsizlik nakledilmemiştir. Çünkü Efendimize vahiy nazil olmadan önce ruhi olarak buna tam anlamıyla hazırlıklı, gayb alemi ve vahiy meleği ile zaten irtibat halindeydi. Vahiy meleğini daha önceden görmese de onun izlerini görmüştü. Hira Mağarası'nda geçirdiği uzlet sırasında buna tam anlamıyla adapte olmuştu. Gayb alemiyle ilgili gördüğü rüyalar, bi’setten önce vahiy meleğinin sesini duyması, İsrafil (meleği) ile 3 yıl ve Cebrail ile 20 yıllık irtibatının hepsi[24] Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) insanların hidayeti için peygamberlikle görevlendirilmesi için yapılan hazırlıklar idi.
Tüm bunlar, Peygamber efendimizin (s.a.a) vahiy atmosferine ve vahiy meleğiyle ilişkisinin olmadığına; yine vahiy sırasında korktuğu, şaştığı ve ardından Hz. Hatice ve Varaka b. Nevfel ile istişare ederek, onların onayı ile peygamberliğe seçildiğini anlaması ile rahatlayıp, bu korkularından kurtulduğu gibi nakiller, daha önce belirtilen özellikler ile çelişmektedir.
Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğe seçildikten sonra üç yıl boyunca davetinin gizli yapıldığını yazmışlardır. Ancak bazıları, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin nüzul sırasına göre, bi’setinden kısa bir süre sonra umumi davete başladığını söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce insanları putlara tapmaktan sakındırmakta ve tek Allah’a tapmalarını istemekteydi. Nitekim bilinene göre, bi’setin üzerinden üç yıl geçtikten sonra Allah-u Teâlâ, insanları açıkça tevhide davet etmesi için onu görevlendirdi.
İbn-i İshak’ın yazdığına göre, bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi (a.s) çağırarak şöyle buyurdu: "Ey Ali! Allah bana yakın akrabalarımı O'na tapınmaya davet etmemi emretti. Bir koyun kes ve bir miktar ekmek ve süt hazırla. Hz. Ali (a.s) denilenleri aynen yerine getirdi. O gün Abdulmuttalib oğullarından 40 kişi veya 40’a yakın kişi bir araya gelerek o yemekten yediler. Hz. Peygamber (s.a.a) tam konuşmasına başlamak isterken, Ebu Lehep "O sizi büyüledi" dedi. Bunun üzerine meclis karıştı. Allah Resul-ü bir gün sonra yine onları davet etti ve şöyle buyurdu: "Ey Abdulmuttalib oğulları! Arapların kendi kavimlerine, benim size getirdiğimden daha üstün bir şey getirdiklerini sanmıyorum. Ben, dünya ve ahireti size getirdim". Taberi şöyle diyor: "Allah Resul-ü (s.a.a) akrabalarına davetini ulaştırdıktan sonra, şöyle dedi: Sizlerden hanginiz bu konuda bana yardım edecek? Her kim bana bu yolda yardım ederse, aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olacaktır. Herkes sessiz kaldı. Hz. Ali (a.s) kalkarak şöyle buyurdu: Ey Allah’ın Resul-ü! O kişi benim. Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: O, sizin aranızda benim vasim ve halifemdir; onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin." Bu rivayeti başka tarihçi ve siyer yazarları da nakletmiştir ve meşhur hadislerdendir. Zamanla Müslümanların sayısı artmaya başlayınca Kureyş’in ileri gelenleri tedirgin olmaya başladı.
İslam Kültüründe Bi’setin Yeri
Bi’setin İslam kültüründe çok özel bir yeri vardır. Bi’set, gerçekte İslam’ın başlama noktasıdır. İlk yıllarında çok zor koşullarda az sayıda destekçiyle insanların hidayeti için ortaya çıkan İslam dini, daha sonraları tüm dünyaya yayılmış ve çok sayıda gönülleri kendisine bağlamıştır.
Bi’set günü, tüm İslam fırkaları arasında büyük bir bayramdır ve İslam topraklarında kendine has örf ve adetlerine göre büyük şenliklerle kutlanmaktadır.