Soru
Son zamanlarda kendilerini Vahhabîlerden farklı kabul eden bir gurup ortaya çıkmış ve Vahhabîlere benzer düşünceler ortaya atmaktadır. Bazı siteler de kurmuşlardır. Onların düşüncelerine göre Müslümanların arasında olan ihtilafların temel nedeni rivayetleri kabul etmektir. Rivayetlerden sahih olanları sahih olmayanlardan ayırt etmek için kurulan rical ilmine itina etmiyor. Zira Şia ve Sünniler bu ilimlerden yararlanarak farklı hükümler sunmaktadırlar.
Dolayısıyla tek çözüm yolunun Kur’ân’la yetinmek, kanun koyma konumundaki rivayet ve sünneti silip Peygamber’e (s.a.a) olan itaati Kur’ân dairesindeki farzlara münhasır kılmak ve diğer direktiflerini de farz mahiyetinde değil tavsiye mahiyetinde almak gerektiğini savunurlar.
1- Onlara dinin içinden ve dinin dışından verilecek en iyi cevap nedir?
2- Acaba bu gurup tanınmış mıdır ve herhangi bir unvan ve hüviyeti var mıdır?
Kısa Cevap
Kur’ân’la yetinme ve rivayet ve sünnetleri silme konusunun tarihçesi yaklaşık İslâm’ın ilk yıllarına dayanmaktadır. Zira Ehl-i Sünnet ve Şia kaynakları esasınca, Peygamberimiz, (s.a.a) mübarek ömrü sona erme esnasındayken İslâm ümmetinin doğru yoldan sapmasını engelleyecek mahiyette kılavuzluk yapacak bir vasiyet yazmak amacıyla kalem, mürekkep ve kâğıt istedi. Maalesef Peygamber’in bu isteğine ikinci halife Ömer bin Hattap karşı çıkarak şöyle dedi: Allah’ın kitabı (Kur’ân) bize yeter (Peygamber’in sünnetine ihtiyacımız yok).
Ama asıl itibarıyla hiç kimse bizim sünnete ihtiyacımız yok şeklinde bir tevehhüm ve hayale kapılamaz. Acaba bizim tüm vazifelerimiz cüz’iyatlarıyla ve detaylı bir şekilde Kur’ân’da zikredilmiş midir? Acaba namaz, oruç, zekât, hac vb… bağlamda hükümlerin tamamı Kur’ân’da beyan edilmiş midir?
Allah Teâlâ Kur’ân’da şöyle buyuruyor:
“Peygamber (s.a.a) size ne verdiyse onu alın (uygulayın), neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir!”[1]
Allah Teâlâ’nın bizlere, Allah Resulünün (s.a.a) sünneti olan emir ve yasaklarına uymamızı emrettiği apaçık ortadadır.
Ehl-i Sünnet imamlarının dört tanesinden biri sayılan Ahmed b. Hanbel Müsned’inde şöyle naklediyor: Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuş:
“Ben sizin aranızda, onlardan biri diğerinden daha büyük ve değerli olan iki ağır-paha biçilmez emanet bırakıyorum. Göklerden yeryüzüne uzanan ip (konumunda olan), Allah’ın kitabıdır diğeri benim soyum, Ehl-i Beytimdir. Bunlar (kıyamet gününde) havuz başında benimle buluşuncaya kadar, bir diğerinden asla ayrılmazlar.”
Görüldüğü gibi bu hadiste Peygamber (s.a.a) Ehl-i Beyt’i (a.s) Kur’ân’ın yanında karar kılmıştır. Yani Müslümanlar Allah’ın hükümlerini Kur’ân’dan almakla yükümlü oldukları gibi gerekli olduğu zamanlarda İmamlar’dan (a.s) da Allah’ın hükümlerini almakla mükelleftirler. Bu ikisi beraber oldukları sürece kâmildirler; birisi olmadan diğerine sarılmak eksikliktir.
Ayrıntılı Cevap
Bu tarihi, geçmişi olmayan ve zamanımıza has yeni bir şüphe değildir. Hz. Muhammed’in (s.a.a) vefatından sonra, belki daha hayatta iken bazı insanlar tarafından gündeme taşınan ilk şüphe ve konulardan birisidir.
Bu nedenle konunun daha net bir şekilde anlaşılması için ilkin bu konunun tarihçesine bir göz atacağız daha sonra sorunun cevabına ve tahliline geçeceğiz.
Kur’anla yetinme ve rivayet ve sünnetlerin silinme konusunun tarihçesi hemen hemen İslâm’ın tarihçesiyle aynıdır.
Zira Peygamberimiz, (s.a.a) mübarek ömrü sona ermek üzereyken İslâm ümmetinin doğru yoldan sapmasını engelleyecek mahiyette kılavuzluk yapacak bir vasiyet yazmak amacıyla kalem, mürekkep ve kâğıt istedi. Maalesef Peygamber’in bu isteğine ikinci halife Ömer bin Hattap karşı çıkarak şöyle dedi: Allah’ın kitabı (Kur’ân) bize yeter (yani Peygamber’in yazacağı tavsiyeye ve onun sünnetine ihtiyacımız yok). Söylenen bu sözün ispatlanması için Ehl-i Sünnet’in en önemli ve muteber kaynaklarından faydalanacağız.
Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed vb… kaynak kitaplarda şöyle nakledilmektedir:
İbrahim b. Musa, Hişam bin Muammer’den, Hişam da Abdullah bin Muhammed’den, Muhammed b. Abdullah da Abdurrezzak’tan, Abdurrezzak da Muammer’den, Muammer de Zühri’den, Zühri de Ubeydullah bin Abdullah bin Abbas’tan (r.a) naklediyor ki İbn Abbas şöyle dedi: “İslâm peygamberi (s.a.a) hayatının son anlarını yaşamak üzere iken Ömer b. Hattab’ın da içinde bulunduğu sahabeden bir gurup Peygamber’ in evinde toplanmıştı. O sırada Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Gelin bana yaklaşın size bir şey yazayım ki, ondan sonra asla sapmayasınız.” Bunun üzerine Ömer deki ki: “Ağrı ve elem Resulullah’a (s.a.a) galip gelmiştir. Kur’ân aranızdadır; o bize yeter.”[2]
Orada bulunanlar aralarında ihtilafa düştüler ve aralarında çekişmeler gerçekleşti. Bir gurup; “Peygamber’in istediğini getirin de sapıklığa düşmemeniz için Resulullah (s.a.a) bir şey yazsın.” diyor, bir diğer gurup da Ömer’in sözünü tekrarlıyordu. Resulullah’ın (s.a.a) huzurunda bağırıp çağırmaları ve anlaşmazlıkları çoğalınca, Resulullah (s.a.a); “Kalkın! Yanımdan gidin!” diye buyurdu.[3] Ubeydullah dedi ki: İbn Abbas diyordu ki: “Bütün musibet ve belalar, Resulullah’ın huzurunda bağırıp ihtilaf ederek o önemli konunun yazılmasına engel olunduğundan dolayı meydana geldi.”[4]
Bu araştırmada asıl soruya cevap verildiğinde ikinci halifeden nakledilen bu sözü de getireceğiz. Muhterem okuyucumuzun isteği üzere de bu sorunun cevabını dinin içinden ve dinin dışından sunacağız.
1. Aklî Delil:
Bu sözün doğru olduğunu farz etsek ve bütün Müslümanlar bu konuyu kabul edip ittifak etseler bile, acaba hakikaten sünnetten irtibatı kesilmiş bir Kur’ân bize yeterli olabilir mi? Gerçekten Peygamber’in (s.a.a) sünnetine ihtiyacımız olmayacak mıdır?
Bu durumda herkesin Kur’ân’dan algıladığı bir olacak mı ve herkes onu anlamada ittifak edecek mi?
Her ne kadar bu soruya verilecek cevap, çok açık olan bir şeyi açıklamak anlamındadır ve vicdanı uyanık olan her şahsın kendisine has bir cevabı kesin vardır. Buna rağmen biz burada genel bir anlamda bir cevap vereceğiz.
Bir şeyin mümkün olduğuna delalet eden en iyi delil, o şeyin tahakkuk bulmasıdır.
1. Kur’ân-ı anlamak ve yorumlamak noktasında Ehl-i Sünnet ve Şia olmak üzere bütün Müslümanların ortak bir görüşe sahip olmadıklarını görmekteyiz. Bütün müfessirler ve âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri usulî ve fürûî meselelere çok az rastlanır.[5]
2. Acaba bizim sünnete ihtiyacımız yoktur sanısını kim hayal edebilir? Acaba bizim bütün vazifelerimiz tüm detayıyla Kur’ân’da beyan edilmiş midir? Acaba namaz, oruç, zekât, hac vb… hükümlerin tamamı Kur’ân’da beyan edilmiş mi?
3. Eğer bu sözü kabul edersek, Ehl-i Sünnet’in (Kur’ân dışında olan) Kutubu’s-sitte (Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesaî ve Sünen-i İbn Mace) gibi hadis kitaplarının ve belki hadis hakkında yazılan binlerce kitabın durumu ne olacak?
2. İcma:
Günümüz dünyasında bütün fıkhî ve itikadî fırka ve mezhepler, hadisten müstağni olmadığımız konusunda görüş birliğindedirler. Müslümanların itikadî ve amelî boyutta hadise ve sünnete ihtiyacının olmadığını söyleyen ve bu inancı savunan hiçbir mütekellimi, fakihi ve İslâm dininde söz sahibi olan bir düşünürü bulamazsınız.[6]
3. Kur’ân:
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Peygamber (s.a.a) size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.”[7]
Her ne kadar bu cümle Benî Nudeyr kabilesinin ganimetleri bağlamında nazil olmuş ise de içeriği Müslümanların hayatının bütün alan ve programlarını kapsayan umumi bir hüküm içermektedir[8] ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetinin hüccet olduğuna dair açık bir senettir.[9]
Bu asıl esasınca bütün Müslümanlar, Peygamber Efendimizin (s.a.a) ister İslâm hükümetiyle alakalı meseleler alanında olsun ister iktisadi, ibadi ve diğer meselelerde olsun emir ve nehiylerini, can-ı gönülden dinleyerek itaat etmekle yükümlüdürler. Özellikle bu âyetin sonunda Peygamber’e muhalefet edenleri şiddetli azapla tehdit etmiş olması, bu bağlamda ciddi bir uyarının olduğuna delildir.[10]
Özet ve başka bir ifadeyle; Allah Teâlâ’nın bizlere, Allah Resulü’nün (s.a.a) sünneti olan onun emir ve yasaklarına uymamızı emrettiği apaçık ortadadır.
Burada, “Allah Teâlâ nasıl istisnasız bütün halka Peygamber’in (s.a.a) söylediği sözleri kayıtsız ve şartsız kabul etmelerini emredebilir?” sorusunun gündeme getirilmesi mümkündür.
Ancak Peygamber’i (s.a.a) masum bildiğimiz için ve bu hakkı sadece kendisi ve masum olan onun Ehl-i Beyt imamları hakkında kabul ettiğimizi dikkate aldığımızda bu sorunun cevabının çok açık olduğu ortadadır.
Dikkate şayan olan şey şudur ki birçok rivayette,[11] Allah Teâlâ’nın peygamberine bu denli bir yetki vermesinin sebebine işaret edilmiştir. Şöyle denilmektedir ki Allah Teâlâ onu tam manasıyla imtihana tabi tutmuş, onun büyük ve olağanüstü bir ahlâka sahip olduğu belirtilmiş, dolayısıyla bu denli yetkiyi kendisine vermiştir.[12]
4. Hadis:
Ehl-i Sünnet ve Şia kaynaklarında sünnetin hüccet olduğuna delalet eden hadisler çoktur ve bizleri sünneti almaya yönlendirir ve teşvik eder.
Bunlardan bir tanesi iki fırkanın hadis kitaplarında tevatür haddinde naklolan Sekaleyn hadisidir.
Ehl-i Sünnet imamlarının dört tanesinden biri sayılan Ahmed b. Hanbel, ismini Müsned vermiş olduğu hadis kitabında şöyle bir hadisi nakletmektedir:
Esved bin Amir şöyle diyor: Ebu İsrail yani İsmail b. İshak Molla Atiye’den, Atiye de Ebu Said’den naklediyor ki Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuşlardır:
“Ben sizin aranızda, onlardan biri diğerinden daha büyük ve değerli olan iki ağır-paha biçilmez emanet bırakıyorum. Gökten yeryüzüne uzanan Allahın ipi ve benim soyumdan benim Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi (kıyamet gününde) havuz başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmayacaklardır.”[13]
Görüldüğü üzere bu hadiste Peygamber (s.a.a) Ehl-i Beyt’i (a.s) terazinin bir kefesi gibi Kur’ân’ın kenarına yerleştirilmiştir. Yani Müslümanlar Kur’ân’a sarılmakla mükellef ve yükümlü oldukları gibi gerekli görüldüğü durumlarda Ehl-i Beyt’ten de yararlanmak ve onlara sarılmakla yükümlü ve mükelleftirler. Bu ikisi birlikte oldukları zaman kâmildiler. Onlardan birisiyle yetinmek eksikliktir.
Buna binaen ilkin şu bilinmelidir ki; Müslüman olup rivayetleri dikkate almaksızın ilahi hükümlere amel etmek imkânsızdır. İkinci olarak böyle bir şeyin mümkün olduğunu farz etsek bile sünnetin kendisi Müslümanların arasındaki ihtilaflara neden olmuş değildir. Dolayısıyla sünneti kenara itmekle bırakın ihtilafların ortadan kalkmasını veya azalmasını, daha da fazlalaşacakları kesindir.
[1] Haşr, 7.
[2] Abdullah b. Ömer’den nakledilen rivayette ise “Peygamber hezeyan ediyor” şeklinde gelmiştir. (Nehcu’l-Hak ve Keşfu’s-Sıdk, s. 333)
[3] Sahih-i Buharî, c. 17, s. 417, hadis no 5237; Sahih-i Müslim, c. 8, s. 414; Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 368 ve 478.
[4] Hillî, Nehcu’l-Hak ve Keşfu’s-Sıdk, Kum, Daru’l-hicre müessesesi, h.k. 1407, s. 333.
[5] Bu konuda Ehl-i Sünnet kaynaklarına müracaat ediniz.
[6] Buradaki icmadan kasıt, fıkıh ıstılahındaki mana değil, bizi destekleyen, ihtilaf bulunmayan ve ittifak manasındadır.
[7] Haşr, 7.
[8] Konu, konu hakkında nazil olanı (âyet veya rivayet) kendine mahsus kılmıyor.
[9] En güzel olan mana, bu âyetin, Resûlullah’ın verdiği, emrettiği ve nehyettiği herşeye şâmil bir hüküm olmasıdır. Binâenaleyh, fey’ ile ilgili hüküm de bu umumîliğe dâhildir. Fahruddin Razi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer, Mefatihu’l-Gayb, 3. baskı, Daru’l-İhya et-Turas el-Arabî, h.k. 1420, c. 29, s. 507, Tababatabai, Muhammed Hüseyin, el-Mizan (Farsça tercümesi), 5. baskı, Kum, Defter-i İntişarat-ı İslami Camiayı Müderrisin-i Havza-ıİlmiye, h.k. 1374, c. 19, s. 353.
Bu âyetin üslubundan sarf-ı nazar edildiği zaman, Allah Resulünün (s.a.a) bütün emir ve nehiylerine şamil olmaktadır ve sadece fey’den bir pay vermek yada vermemek manasıyla sınırlı değildir, emrettiği bütün emirleri ve yasakladığı tüm yasakları kapsamaktır.
[10] Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne,1.baskı, Tahran, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, h.k. 1374, c. 23, s. 507 ve 508.
[11] Bu konuyu içeren ve hakkında gelen rivayetler çok çeşitli ve oldukça fazladır. Onlara ulaşmak için şu adrese müracaat ediniz: Tefsir-i Nuru’s-Sekaleyn, c. 5, s. 279-283.
[12] Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne, c. 23, s. 509 ve 510.
[13] Müsned-i Ahmed, c. 22, s. 226, 252, 324; c. 39, s. 308.