Saadet Yolu

İslâm’ın Hakkaniyetinin Aklî Delilleri

✓ Kelam & Akaid Soruları

Ben neden Müslüman olmalıyım? Cevabımı lütfen aklî deliller ile veriniz.

İslâm’ın Hakkaniyetinin Aklî Delilleri

Soru

Ben neden Müslüman olmalıyım? Cevabımı lütfen aklî deliller ile veriniz.

Kısa Cevap

Her ne kadar bugün dünyada var olan dinlerde bir takım hakikatler yer alsa da, gerçek tevhit olan kâmil hakikat sadece İslâm’ın çehresinde gözlemlenebilir. Bu iddianın en büyük delili, diğer dinlerin muteber senetlerinin olmayışı ve metinlerinde tahrif ve aklî çelişkilerin bulunması ve bunun karşılığında Kur’ân’ın senet olması, muteber bir tarihinin olması, İslâm dininin kapsamlılığı ve öğretilerinin selim akıl ile uyuşmasıdır. Öte taraftan hak din olmak her zamanda bir dine özgüdür ve diğer din ve mezhepler ya esasen yanlış ve temelsizdir ya da geçersizdir ve kalkmıştır. Bugün hak şeriat İslâm şeriatıdır. Gerçek ve doğru İslâm, Ehl-i Beyt öğretilerinin çehresinde mücessem olmuştur ve sadece Ehl-i Beyt öğretileri öz Muhammedî İslâm’ın temsilcisi olabilir.

Ayrıntılı Cevap

Cevabın açıklığa kavuşması için bugün dünyada mevcut olan diğer dinlerin yetersizliğinin delilleri ve İslâm dinî ve Ehl-i Beyt mektebinin öğretilerinin hakkaniyet ve üstünlüğünün delilleri gibi konuları incelemeye tabi tutmalıyız.

a) Dünyada (İslâm Dışında) Mevcut Olan Dinlerin Yetersizlik Delilleri

Birinci Nokta: Biz bugünkü dinlerde mevcut olan her şeyin yanlış ve onların hiçbir hak söz taşımadığını ifade etmek istemiyoruz. Sadece bugünkü dinlerde kabul edilir olmayan bir takım konuların olduğunu ve bu dinlerin kâmil bir örnek olamayacağını belirtmek istiyoruz.

İkinci Nokta: Biz bu kısa incelemede Hıristiyanlık ve Yahudilikten müteşekkil bugünkü dünyanın iki önemli dininin bazı yetersizliklerine işaret ederken makbullük ve itibar açısından bu iki dinden daha aşağı olan diğer dinlerin değer ve itibarı da belli olacaktır.

Bugünkü Hıristiyanlık dininin hakikatin kâmil çehresi olamayacağını ispat eden deliller şunlardır:

1. İncil mütevatir değil ve kesin senedi bulunmamaktadır.

Hz. İsa (a.s), İsrail oğullarından idi ve dili İbraniceydi. Kendisi Beytü’l-Mukaddes’te peygamberlik iddiasında bulundu. Oranın halkı İbranî idi ve hallerinden haberimizin olmadığı az bir gurup dışında kimse ona iman etmedi. Ama Beytü’l-Mukaddes halkından olup Yunan dilini bilen küçük bir gurup Asya şehirlerine dağıldı. Halkı Hz. İsa’nın dinine davet etti, Yunan dilinde kitaplar yazdı, bir takım iddialar ileri sürdü ve Yunan ve Rum halkına “İsa böyle ve şöyle dedi” diye söyledi. Hz. Mesih’i gören, onun amel ve sözlerini duyan ve gören ve dilini bilenler Filistin’deydiler ve Hz. İsa’nın peygamberliğini kabul etmediler ve Yunan dilinde yazılan söz konusu hikâyeleri de uydurulmuş olarak değerlendirdiler. Bu kitap ve hikâyeleri kabul edenler ise ne Beytü’l-Mukaddes’i, ne Hz. Mesih’i gören ve ne de onun dilini bilen kimselerdi. İncil’de yazılan hikâyeler yalan ise, yazanlar yazma önünde bir engel ile karşılaşmadı ve duyanlar da onu tekzip etmek için bir imkâna sahip olmadı.

Örneğin Matta İncil’inde şöyle yer almaktadır: “Hz. Mesih doğduğunda doğu tarafından birkaç Mecusi gelir ve ‘Yeni doğmuş Yahudi padişahı nerdedir?’ diye sorar. ‘Biz onun yıldızını doğuda gördük.’ Onlar gösteremeyince aniden o yıldızın gökyüzünde hareket edip Hz. İsa’nın (a.s) bulunduğu evin üzerinde durduğunu gördüler ve onun o evde olduğunu anladılar.”

Böyle bir hikâye kesinlikle uydurmadır. İncil’e eklemiş ve rezil olmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü bunları Beytü’l-Mukaddes ehli için yazmayıp batılılar için yazmışlardır. Sözün yalan olduğu açıktır. Biz hiçbir müneccimin herkesin doğumuyla bir yıldızın doğduğuna ve onun evi üzerinde dolaştığına inanmadığını kesinlikle biliyoruz. Ne Mecusiler buna inanmaktadır ve ne de diğerleri. Aynı şekilde eski Hıristiyanların Mesih’in öldürüldüğüne dair görüş ayrılığı yaşadığını ve bazı İncil’lerde onun asla öldürülmediğinin yazıldığını biliyoruz. Eğer bir şehirde biri öldürülse, halkın çoğu bunu bilir ve özellikle asmak asla halkın dikkatten kaçmazdı. Ama İncil’lerin yazarları bunları yabancılar için ve yabancıların dilinden yazdıklarından ve bu yabancılar Beytü’l-Mukaddes’te olmadıklarından ve Hz. İsa’nın öldürülüp öldürülmediğini bilmediklerinden İncil’lerin yazarları tam bir serbestlik ile uygun gördükleri her şeyi yazmış ve bundan endişe duymamışlardır. Hz. Mesih’ten üç yüz yıl sonra da bir meclis toplanmış ve Hıristiyan âlimler kendi aralarında birbirleriyle olan bu ihtilafları nasıl çözmeleri gerektiğini tartışmış ve netice itibariyle mevcut İncil’ler arasından dört İncil’i seçmeyi ve içeriğini doğru kabullenmeyi ve haddi hesabı olmayan diğer İncil’leri ise geçersiz kabul etmeyi kararlaştırmıştır. O toplantıda İncil’lerde Hz. İsa’nın öldürülmediği görüşü reddedilmiş ve gayri resmi addedilmiştir.[1]

2. Hıristiyanlık dininin yetersiz oluşunun diğer delili de mevcut İncil’lerdeki birçok çelişki ve tahriflerdir. Daha fazla bilgi edinmek için Allame Şaranî’nin[2] Rah-ı Saadet, Fazıl Hindî Hibetullah b. Halilü’r-Rahman’ın İzharu’l-Hak ve Şehid Haşimî Nejad’ın Kur’ân ve Kitabhayı Asumaniyi Diger kitaplarına müracaat edebilirsiniz.

3. Üçüncü delil, Hıristiyanlığın bazı inançlarının mantık ve akıl esaslarıyla bağdaşmamasıdır. Örneğin Hıristiyanlar oğul tanrının insan şeklinde mücessem olduğuna, insanların günahlarını kendi üzerine aldığına ve haça gerilme acısına katlanarak günahlara kefaret ödediğine inanmaktadır. Yuhanna İncil’inde şöyle okumaktayız: “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun. Tanrı, Oğlu’nu dünyayı yargılamak için göndermedi, dünya O’nun aracılığıyla kurtulsun diye gönderdi.”[3] Yahudilik dinî hakkında da bu üç eleştiri geçerlidir. Çünkü evvela Tevrat’ın üç nüshası vardır:

1. Yahudiler ve Protestan âlimleri nezdinde muteber olan İbrani nüsha.

2. Samiriler (İsrail oğullarından bir kavim) nezdinde muteber olan nüsha.

3. Protestanlar dışındaki diğer Hıristiyan fırkalarının muteber bildiği Latince nüsha.

Samirilerin nüshası, sadece Hz. Musa’nın (a.s) beş kitabı, Yuşa ve hakemler kitabını içermekte ve onlar eski ahdin diğer kitaplarını muteber bilmemektedir. Hz. Âdem’in yaratılışı ile Nuh tufanı arasındaki zaman, birinci kitapta 1656 yıl, ikinci kitapta 1307 yıl, üçüncü kitapta 1362 yıldır. O halde her üç nüsha doğru olamaz. Sadece birinin muteber ve sahih olması gerekir. Sahih olanın hangisi olduğu da belli değildir.[4] İkincisi, Tevrat’ta da insan aklı tarafından kabul edilmesi imkânsız bir takım konular mevcuttur. Örneğin Tevrat’ta Tanrı yürüyen, ezgi okuyan, yalan söyleyen ve aldatan biri olarak tıpkı bir insan şeklinde tanıtılmıştır. Zira Tanrı, Âdem’e iyi ve kötü ağaçtan yemesi takdirde öleceğini söylemiş, ama Âdem ve Havva belirtilen ağacın meyvesinden yiyince ölmemiş ve hatta iyi ve kötüyle tanışmışlardır.[5] Hakeza Tanrı’nın Hz. Yakub ile güreşmesi hikâyesi de Tevrat’ta mevcuttur.[6]

b) İslâm’ın Hakkaniyet ve Üstünlüğünün Delilleri

1. İslâm dininin mucizesi diri ve ebedidir. Çünkü bu dinin asıl mucizesi Kur’ân olup kitap, mantık ve ilim türündendir ve somut hususlar türünden olan geçmiş peygamberlerin mucizesinden farklıdır. Bu yüzden her zaman canlı ve kendi gücüne yaslanmıştır. Hz. Muhammed’in (s.a.a) hayatına ve varlığına özgü değildir, ezeli ve ebedi bir mucizedir. Ayrıca Kur’ân meydan okuma ve mücadeleye davet etmeyle an be an tüm insanlara hayat ve ebediliğini ilan etmektedir:

“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).”[7]

2. Kur’ân tahrif edilmemiştir; onda hiçbir değişim gerçekleşmemiştir. Çünkü Allah’ın “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”[8] diye vaatte bulunmasına ek olarak, Hz. Peygamber’in (s.a.a) bizzat kendisi de onu korumaya özel bir ilgi göstermiştir. Birincisi, vahiy kâtipleri diye meşhur olan bireylere ayet ve sureleri yazmalarını emretmiştir. İkincisi, ashap ve yarenlerini Kur’ân’ı ezberlemeleri için çok teşvik etmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında birçok şahıs Kur’ân hafızı olarak meşhur idi. Üçüncüsü, salt okuma ve kavramları öğrenmeyle kalmayıp lafızlara, lâfzî özelliklere ve tecvide dikkat göstererek onu okumaya teşvik etmiştir.[9] Bunlar Kur’ân’ın tahrif afetinden korunmasını sağlamıştır.

3. İslâm’ın hakkaniyetini ispat eden üçüncü yol, Hz. Muhammed’in (s.a.a) hatemiyeti meselesidir. Çünkü İslâm’ın dinî metinleri[10], Hz. Muhammed’in Allah’ın son Peygamber’i olduğunu ve ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğini vurgulamaktadır.[11] Her toplumda bir müdür ve yöneticinin son buyrukları, ölçü sayılır ve uygulanması gerekir. Yeni buyrukların gelmesiyle, eskiler otomatik olarak yürürlükten kalkar. Diğer dinî metinler, o zamanki Peygamber’in Allah’ın son elçisi olduğunu belirtmemiş, sadece Hz. Muhammed’in (s.a.a) geleceğine dair takipçilerine müjde vermiştir. Başka bir ifadeyle geçici olduklarını bir şekilde dile getirmişlerdir.

4. Bugün dünyada mevcut dinler arasında canlı ve muteber bir tarihe sahip olan tek din, İslâm’dır. Tarihçiler hatta Hz. Peygamber’in çocukluk döneminin ayrıntılarını bile nakletmiştir. Oysaki diğer dinler muteber tarihi senede sahip değildir. Bu yüzden bazı batılı düşünürler hatta Hz. İsa’nın varlığı konusunda bile şüpheye düşmüştür. Eğer Kur’ân ve Müslümanlar Hz. Mesih’in ve diğer peygamberlerin adını zikretmeseydi, belki de Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin peygamberleri böyle bir resmiyet kazanmaz ve toplumda revaç bulmazdı.[12]

Hak din her zamanda mutlaka bir din olmuştur. Yüce Allah, her zamanda bir şeriata sahiptir ve diğer dinler ya esasen yanlış ve temelsizdir ya da geçersiz ve kalkmıştır. İnsanlığa şimdiye dek nazil olmuş ilahî ve semavi dinler, boylamsaldır, enlemsel değildir. Yani yeni din önceki dinî geçersiz kılmış ve onu mükemmelleştirmiştir. Yeni dinin gelmesiyle, önceki dinin miadı dolar, resmiyetten düşer ve yerini yeni dine bırakır. Herkesin yeni dine uyması ve ona iman etmesi gerekir. Bu yüzden mukaddes metinlerde yeni dine iman etmeyenlerden “kâfir” diye söz edilmektedir. İslâm, insanlar için gönderilen en son ve en mükemmel dindir ve Yüce Allah, İslâm’dan başka bir dinî kabul etmeyecektir.

“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.” [13]

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[14]

Maalesef Müslümanlar da tıpkı geçmişteki din sahipleri ve kavimler gibi değişik mezheplere bölündüler ve onların tümü kesinlikle hak üzere değildir. Aziz İslâm Peygamber’i (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak ve sadece bir gurup kurtuluşa erecek ve diğer yetmiş iki fırka ateşe girecektir.” [15]

İslâm mezhepleri arasında hak olan fırka Ehl-i Beyt mektebidir. İslâm Peygamber’i şöyle buyurmuştur:

Ben size iki ağır emanet bırakıyorum ve eğer onlara bağlanacak olursanız asla sapmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt’imdir.”[16]

Peygamber’in (s.a.a) güvenilir ve değerli sahabesi Ebuzer Gıfari şöyle nakletmektedir: Ben Peygamber’den (s.a.a) şöyle duydum:

“Benim Ehl-i Beyt’im sizin aranızda Nuh’un gemisi gibidir. Her kim ona binerse, kurtulur ve her kim de geri kalırsa boğulur.”[17]

Caferiliğin esas ve temeli tevhit, adalet, nübüvvet, imamet ve ahiret inancıdır. Şia, on iki masum İmam’a (a.s), Peygamber’in (s.a.a) halifeleri sıfatıyla inanır ve onların ilki Ali (a.s) ve sonuncusu da Mehdi’dir (a.s). Aziz İslâm Peygamberi’nden nakledilen hadislerde on iki masum İmam’ın (a.s) sayısı ve hatta adları belirtilmiştir.

Bir gün Abdullah b. Mesud bir gurup arasında otururken bedevi bir Arap ayağı kalkar “Hanginiz Abdullah b. Mesut’tur” diye sorar. Abdullah ben diye cevap verir. Arap şöyle sorar: “Peygamber’iniz kendinden sonraki halifelerinin sayısını size bildirdi mi?” Abdullah şöyle cevap verdi: “Evet bildirdi, onlar on iki kişi olup İsrail oğullarının naipleri sayısıncadır.” [18]

Şiiliğin hakkaniyetine dair delilimiz Kur’ân ve sünnettir. Yüce Allah’ın Kur’ân’da ve Resulullah’ın sözlerinde, emir sahiplerine itaat etmeyi açıkça emretmiştir. Kur’ân’ın birçok âyetinde imamet ve velayet meselesine işaret edilmiştir. Bazıları şunlardır:

“En yakın akrabalarını (Allah’ın azabına karşı) uyar.”

“Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve namaz kılıp rükû halinde zekât veren müminlerdir.”

“Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun.”

“Bu gün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslam’ı size beğendim.”

“Ancak ve ancak Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermeyi ve sizi tam bir temizlikle tertemiz hale getirmeyi diler.”

Hz. Peygamber de (s.a.a) tarih ve rivayetlerin açıkça bildirdiğine göre, her zaman Müminlerin Emiri Ali’yi (a.s) vasi ve halifesi olarak tanıtmıştır. Nitekim Tabersî kendi tarihinde şöyle nakletmektedir:

“En yakın akrabalarını (Allah’ın azabına karşı) uyar.” âyeti nazil olduğu zaman Peygamber (s.a.a) kendi yakınlarına şöyle dedi: “Yüce Allah sizi kendime davet etmem için bana emir verdi. O halde sizden her kim bu işte bana yardımcı olursa, benim kardeşim, vasim ve halifem olacaktır.” Ali (a.s) şöyle buyurdu. “Ey Allah Resulü! Bu işte ben sana yardımcı olacağım.” Peygamber (s.a.a) elini Ali’nin (s.a.a) boynuna attı ve “Bu (Ali) sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve halifemdir.” diye buyurdu. “Ona kulak verin ve itaat edin.” Peygamber’in (s.a.a) yakınları gülerek Ebu Talib’e “O, sana evladına itaat etmeyi ve ona uymayı emretti.” diyerek kendisini alaya aldılar.[19]

Hz. Peygamber (s.a.a) ömrünün sonunda veda haccı olarak meşhur olan haccından dönerken Gadir Hum mıntıkasında resmen Ali b. Ebi Talib’i (a.s) İmam ve Müslümanların önderi olarak tanıttı ve hazır olan herkesten Müminlerin Emiri sıfatıyla Ali’ye biat etmesini istedi. “Ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır.” meşhur sözünü Peygamber o gün buyurmuştur. Bu hadis, İslâm’ın meşhur ve mütevatir hadislerindendir. Bu konular, İslâm dininin hakkaniyetinin ve Ehl-i Beyt mektebinin üstünlüğünün birçok aklî ve naklî delillerinden küçük bir kısmını teşkil etmektedir.

Daha fazla bilgi edinmek isterseniz, Allame Seyyid Abdülhüseyn Şerefuddin’in el-Müracaat kitabına müracaat edebilirsiniz.

[1] Allame Mirza Ebu’l-Hasan Şa’ranî, Rah-ı Saadet, s. 187 ve 188 ve 198 ila 221.

[2] a.g.e.

[3] Yuhanna İncil’i, 3: 16 ve 17.

[4] Rah-ı Saadet, s, 206 ve 207.

[5] Tevrat, Yaratılış Kitabı, 2. ve 3. bab.

[6] a.g.e. bab. 21, 24.

[7] Bakara, 23.

[8] Hicr, 9.

[9] Rah-ı Saadet, s, s. 22 ve 215 ve 24 ve 25.

[10] Ahzab, 40; Sahih-i Buharî, c. 4, s. 250.

[11] Rah-ı Saadet, s. 226-241; Yuhanna İncil’i, 21: 41.

[12] Mecmua-i Asar, c. 16, s. 44.

[13] Âl-i İmran, 19.

[14] Âl-i İmran, 85.

[15] Hisal, s. 585.

[16] Kenzu’l-Ummal, c. 1, s. 44, Babu’l-İtisam bil’Kitabi ve’s-Sünneti.

[17] el-Müstedreku Âla’s-Sahiheyn, c. 3, s. 151.

[18] Hisal, s. 467.

[19] Tarih-i Taberî, c. 2, s. 320, Mısır baskısı; el-Kâmil, İbn. Esir, c. 2, s. 41, Beyrut baskısı.

Sıradaki Haber
Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.