Akıl, dinle çeliştiğinde neden yine de bizim Müslüman olmamız gerekiyor?
Kısa CevapAkıl, insanların içsel hücceti olup kemal yolunda kendilerine rehberlik eder. Şeriat (din) ise kirlilik girdabından insanları kurtarmak ve onları insanî kemal ve saadete sevk etmek için dışsal bir hüccettir. Buna göre zahir ve batın hüccetlerin birbiriyle çatışır olması mümkün değildir. Akıl bir fenomen ve her fenomen de sınırlı olması nedeniyle onun işlev alanı ve sahası da tabii olarak sınırsız olamaz. O halde aklın işlev sınırı ve faaliyet alanı yaratıklar alanına özgüdür. Tanrıyı tanımada sınırlı bir kabiliyeti vardır ve Tanrının sonsuz olan zat ve hakikatine ulaşamaz. Akıl, tekvin ve teşri kanunları sahasında faaliyet gösterebilir ve onları anlayabilir. Ama her iki saha da vahiyden yoksun olamaz. Aklın kapasitesi ahiretin detayları ve hükümlerin nedeni gibi konularda azdır ve şeriatın kılavuzluğuna muhtaçtır. Neticede İslam ve akılcılık arasında hiçbir tezat mevcut değildir. Elbette bazen din sahası dışında olan bir husus din sahasına sokulması yahut doğru şart ve mukaddimeler hakkında ussal kanıttan yoksun olunması veyahut aklın özel bir anlamının seçilmesi bizi bu uyuşmazlığa sevk eder. Son nokta olarak, siz iddianıza hiçbir delil yahut örnek zikretmemişsiniz.
Ayrıntılı CevapTerim olarak akıl, insanların vesilesiyle gerçekleri buldukları yalın bir cevherdir. Bundan dolayı akıl gerçeği bulmaktır. Gerçekleri bulmaya ek olarak, düşünme özünün muhafızı ve üstün kılıcısıdır.[1] Bilgelerin ıstılahında teorik akıl ve pratik akıl olmak üzere aklın bölümleri vardır. Teorik aklın işlevi gerçekleri idrak etmek, tanımak ve onlar hakkında yargıda bulunmaktır.[2] Pratik akıl ise insan davranışlarını ve hareketlerini kontrol eden yetidir.[3] Başka bir ifadeyle yapılması gereken ve yapılmaması gerekenlerin idrak edilmesidir. Gerçekte pratik akıl sosyal bilimlerin temelidir. Pratik aklın yargısına konu olan şey ise bu işi yapayım mı yoksa yapmayayım mı sorusudur.[4]
Pratik akıl İmam Sâdık’ın (a.s) tabiriyle insan kulluğunun merkezi ve Yüce Allah’tan cenneti kazanma sermayesidir.
“Akıl kendisiyle Rahmana kulluk edilen ve cennetlerin kazanıldığı şeydir.” [5]
Özetle, akıl ve vahiy tartışmalarında akıldan kasıt, insanın tümel hususları idrak yetisidir. İslam’ın hayat bahşeden okulunda akıl, üstün ve yüksek bir konuma sahiptir.
Allâme Tabatabâî el-Mizan Tefsiri’nde şöyle demektedir: Akıl insan vücudundaki en değerli güçtür.[6] Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de üç yüz defadan çok insanları bu Allah vergisi güçten istifade etmeye ve yararlanmaya davet etmiştir.[7] Allâme Tabatabâî’nin görüşünde, İslam’da akıl yürütme ve düşünmenin önemi o kadar çok ve değerlidir ki Yüce Allah Kur’an’da hatta bir âyette dahi kullarına anlamamayı yahut körü körüne bir yolu kat etmeyi emretmemiştir.[8] Bu yüzden İslam ve akılcılık arasında hiçbir tür tezat mevcut değildir. Elbette bazen din sahası dışında olan bir hususun din sahasına sokulması yahut doğru şart ve mukaddimeler hakkında ussal kanıttan yoksun olunması veyahut aklın özel bir anlamının seçilmesi bizi bu uyuşmazlığa sevk eder.
Beyan önderi Hz. Ali’nin (a.s) peygamberlerin misyonu hakkında Nehcü’l-Belağa’daki nuranî sözlerine bakarak akıl ve şeriatın birbiriyle çatışmamakla kalmayıp, birbirini tamamladığı ve teyit ettiği neticesi alınmaktadır.
“…Akılların definelerini onlar için çıkarırlar.”[9]
Hz. Ali (a.s) bu beyanda, peygamberlerin gönderilme felsefesi hakkında, Yüce Allah insanların gömülmüş uyuyan akıllarını uyandırması için onlara peygamberleri gönderdi, diye buyurmaktadır. İnsan akıl ve fıtratı, tüm hakikat ve gerçeklerin kendinde bulunduğu bir mahzen gibidir. Dolayısıyla peygamberlerin söyledikleri her şey akıl ve mantık ile uyumludur. Fıkıh usulünde bir ıstılah (gereklilik kaidesi) vardır: “Aklın hükmettiği her şeye şeriat da hükmeder.”[10] Bunun tersi de doğrudur: “Şeriatın hükmettiği her şeye akıl da hükmeder.”
Velhasıl şeriat hükümlerinin temellerinden biri de akıldır. Bundan dolayı peygamberlerin ve şeriat sahibinin hükümleri aklın aksine değildir. Onların söyledikleri her şey aklın bildiği ama şeytanların vesveseleriyle insanların gaflet ettiği hususlardır. Peygamberler akılların definelerini ve bildiklerini insanlara hatırlatmak için gelmişlerdir. Esasen insanları hak ve hakikate davet etmede peygamberlerin yöntemi ile insanın doğru kanıtlama ve mantık yoluyla elde ettiği şey arasında bir fark yoktur. Fark sadece peygamberlerin gaybî kaynaktan yardım dilemeleri ve vahyin zülâl pınarından beslenmeleridir. Elbette büyük şahsiyetler yüce âleme bağlı olmalarına rağmen kendilerini aşağı çekmiş insanların anlayış ve idraki oranında konuşmuş ve insanlardan bu fıtrî ve herkeste olan gücü kullanmalarını ve sağlam ve mantıklı kanıt ve delillere bağlanmalarını istemişlerdir. O halde peygamberlerin konumu insanları basiretsiz bir hareket ve kör körüne bir itaate mecbur kılmaktan arıdır. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“De ki: Bu, benim yolumdur; ben ve bana uyanlar basiretle Allah’a çağırırız.”[11]
Bu yüzden din ve akılcılık yahut gaye, kaynak ve yöntemleri bir olan şeriat ve hikmetin birbiriyle hiçbir ihtilafı yoktur. Gerçek din ussal delille tabiat ötesine yönelik kesin bilgi ve ilim elde etmeleri için insanları davet eder. Akıl ve nakil, birbirinin uzantısında yer alır. Akıl, insanların içsel hücceti olup kemal yolunda kendilerine rehberlik eder. Şeriat ise kirlilik girdabından insanları kurtarmak ve onları insanî kemal ve saadete sevk etmek için dışsal bir hüccettir. Nitekim İmam Kazım (a.s) şöyle buyurur:
“Yüce Allah insanlar için zahirî hüccet ve batınî hüccet diye iki hüccet karar kılmıştır. Zahirî hüccet, ilahî elçiler, peygamberler ve imamlardır (a.s). Batınî hüccet ise akıldır.”[12]
Buna göre zahir ve batın hüccetlerin birbiriyle çatışır olması mümkün değildir. Hüccet, delil ve kılavuz anlamındadır. Kılavuz ise yol, maksat ve onun sonunu bilen kimseye denir. İmam Kazım’dan (a.s) nakledilen rivayet esasınca bir olan Allah’a ulaşmak için dışarıdan bir kılavuz ve içeriden bir kılavuz olmak üzere iki kılavuz mevcuttur. Elbette bu iki zahir ve batın hüccetin iki bağımsız ve birbirine ihtiyaç duymayan yol olmadığına dikkat etmek gerekir. İnsan ancak bu iki kılavuz arasında yöndeşlik ve uyuşmanın ideal şekliyle gerçekleştiği zaman hedefe ulaşır. Zira İmam Hüseyin’in (a.s) buyurduğu gibi aklın kemali Hakk’a uymadadır.[13] Hakeza Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu gibi Allah haktır[14] ve hakikat O’nun nezdindendir.[15] Öyleyse Hakk’a uymayla akıl kemale ulaşır. Rabbin buyruklarından biri de zahir hüccetine uymaktır. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.”[16]
Şu önemli bir noktadır: Dinî yüce hakikatler bazen Descartes’ın cüzî ve hesaplayıcı aklı (Descartes’ın görüşünde tümel aklın bir anlamı yoktur ve ona işaret etmemektedir. Onun tüm dikkati hesaplayıcı ve ileriyi düşünen akıl üzerinedir) veya pragmatik akıl (pragmatizm perspektifinde tecrübî sorunlarımızı bir nebze halleden akılcılık faydalıdır) veyahut Kant’ın bakışındaki teorik akıl (Kant perspektifinde teorik akıl meseleleri halletmede yetersizdir ve bu alandaki aklî hükümler pratik değerden yoksundur) ile çatışır. Fedakârlık, özveri, şehadet, infak, gaybe iman ve İslamî temel binlerce gerçeğin cüz’î ve hesaplayıcı akıl ile tahlil edilemeyeceği ve açıklanamayacağı açıktır. Öte taraftan da akıl ve vehim arasında da fark gözetmek gerekir. Bazen vehim aklın yerine geçer. Bu yüzden benzer şeyleri hakiki hususların yerine geçirir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
“…kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.”[17]
Ama gerçekte sanı ve düşünceleri tamamıyla vehim ve yanlıştır. Netice itibariyle akıl ve dinin uyuşması ve yöndeşliğinin açıklanmasıyla ve gaye, kaynak ve yöntemlerinin bir olması nedeniyle İslam ile ussal kanıtlar arasında tezat ve çelişki olduğuna dair varsayımın çürütülmesiyle ussal esaslardan bir esasın dinî hakikatler ile uyuşmaması durumunda, ya ussal kanıtın ve istidlalin mantıkî öncül ve ölçülerine riayet edilmemiş veya dinî önerme hakkındaki yorumumuz yanlış ve vehme tabi olmuştur. Elbette İslam’ın inanç (usuller) ve hükümler (cüz’î hususlar) olmak üzere iki alanında bazı hüküm ve meseleler akıl üstüdür ve akıl onlara muhalefet etmemekle birlikte hakikatlerine ulaşamaz ve onları anlayamaz. Hükümlerin nedeni veya ahiretin detayları ile ilgili konular gibi. Ama bizim düşünce ve perspektifimizde bazı hükümlerin akıl ile çatışır ve ona muhalif olarak addedilmesinin iki nedeni vardır.
Birinci neden: Birçok İslamî temel gerçek cüz’î ve hesaplayıcı akıl ile tahlil edilebilir ve açıklanabilir değildir.
İkinci neden: Akıl ve vehim arasına fark konmalıdır ve açıklandığı gibi vehmin bulguları aklın bulguları olarak algılanabilir.
Sonuç itibariyle ussal kanıt anrının hücceti olduğundan, aklî sermaye ile metinlere müracaat eden herkes sonsuz kutsal ilimlerden nasiplenir ve hissesini alır; hem naklî metin ve hem de aklî kanıttan faydalanır. Ama eksik tümevarım ve mantıkî örneklendirme veyahut mugalâta tarzı ile kutsal metinleri anlamaya çalışırsa, beşerin toz ve dumanı dinî kutsal içeriğin etrafını bir halka gibi sarar ve onu tozlu kılar.
Aynı şekilde, dinin tüm tümel ve tekil meseleleri aklî olarak savunulabilir mi diye soran kimseye şöyle cevap vermek gerekir: Akıl, dini bilmek için lazım ama yeterli değildir. Bu yüzden, dinin cüz’î hususları akıl ile savunulamaz; zira ister tabii olsun, ister şer’î olsun cüz’î hususlar ussal kanıt alanına girmez. Başka bir ifadeyle, bilimsel, aynî, hakiki ve itibarî olmak üzere tüm cüz’î hususlar ussal kanıt alanı dışında kalır ve aklın alanında olmayan bir şeyin ussal nedenselliği ve açıklaması olmaz. Ama tümellerde, tabiatın ve şeriatın tümel çizgilerinde ussal nedenselliğe yol açıktır. Daha açık söylersek, akıl kendini birçok alanda yetersiz ve aciz gördüğünden vahye ihtiyaç duyar. Aklın mantıkı şudur: Ben, birçok şeyi anlamadığımı ve vahye ihtiyaç duyduğumu biliyorum.[18]
[1] Kerecî, Ali, Islahat-ı Felsefi ve Tefavut-ı Anha Ba Yekdiger, s. 171-173.
[2] Şehid Mutahharî, Deh Goftar, s. 30-31.
[3] Cevad Âmulî, Abdullah, Rahik-i Mahtum, c. 1, 1. bölüm, s. 153.
[4] Şehid Mutahharî, Deh Goftar, s. 30-31.
[5] Kuleynî, Usul-i Kâfi, c. 1, s. 11, 3. Hadis.
[6] Tabatabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mizan, c. 3, s. 57.
[7] A.g.e., c. 5, s. 255.
[8] Nefisî, Şadi, Aklgerayi Der Tefasir-i Karn Çardehom, s. 194-195.
[9] Nehcü’l-Belağa, 1. Hutbe.
[10] Sebzevarî, Seyyid Abdulala, Tehzibu’l-Usul, c. 1, s. 145; Muzaffer, Muhammed Rıza,
Usulu’l-Fıkh, c.1, s. 217.
[11] Yusuf, 108. âyet.
[12] Bkz. Reyşehrî, Muhammed, Munteheb-u Mizani’l-Hikme, s. 358, Rivayet no. 4387.
[13] Bkz. Munteheb-u Mizani’l-Hikme, s. 359, Rivayet no. 4407.
[14] Lokman, 30. âyet.
[15] Âl-i İmran, 60. âyet.
[16] Nisa, 59. âyet.
[17] Kehf, 104. âyet.
[18] Cevad Âmulî, Abdullah, Din Şinasi (Silsile Bahsha-yı Felsefe-i Din), s. 127-174.