Bid’at ve onun İslam’daki yeri nedir?
Kısa Cevap“Bid’at” sözlükte yeni ve geçmişi olmayan iş manasındadır. Istılahta ise “dinde olmayan bir şeyi dine sokmak” anlamındadır. Yani din ve şeriatın bir cüzü olmayan ve de İslam’ın hiçbir kanunu ve buyruğuyla uyuşmayan bir şeyi dine isnat etmektir. Bu yüzden İslam’ın tümel buyruklarını yeni ve modern hususlara uyarlamak bid’at değildir.
Ayrıntılı CevapCevabın açıklığa kavuşması için dikkatinizi birkaç noktaya çekiyoruz:
1. Dine bid’at sokmak[1] büyük günahlardandır ve bunun haram oluşunda bir şüphe yoktur. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “(Dinde yeri olmayan) her yeni şeyin icadı bidattir, her bid’at sapma ve her sapma da ateşliktir.”[2]
2. Bid’at şeriate ekleme yapma veya ondan bir şeyi azaltma yoluyla bir tür dinde tasarrufta bulunmaktır. Bundan dolayı yenilik din ve şeriatle ilgili olmaz ve de geleneksel ve normal bir mesele olarak gerçekleşirse bid’at sayılmaz. Örneğin bir ulus, sevinç merasimi olarak bir günü kendi için belirlerse ve bu şeriatın böyle bir emir verdiğine inanmaksızın gerçekleşirse, böyle bir fiil bid’at sayılmaz. Tabi bunun helal ve haram oluşunun incelenmesi ve araştırılması gerekir. Buradan sanat, spor, teknik vb. alanlarda insanlığın birçok yeniliğinin ıstılah anlamındaki bid’at sınırı dışında kaldığı ve bunlar hakkında söz konusu olan şeyin de özel ölçü ve kıstasa sahip başka açılardan helal ve haram olma meselesi olduğu açıklığa kavuşmaktadır.
3. Dinde geçmişi olmayan ve yeni husustan kastedilen şey, İslam’ın hiçbir tümel ve tikel kanun ve buyruklarıyla uyuşmaması ve mütenasip olmaması ve de İslam’ın tümel kanunlarını yeni ve modern örneklere uyarlamanın mümkün olmayışıdır.[3] Şöyle açıklayabiliriz: Şeriatte bid’at unsuru, şeriatte bir kaynağı ve kökü olmayan bir şeyi, dinin emrettiği şer’î bir buyruk sıfatıyla insanların kullanması noktasına döner. Ama insan dinî bir amel sıfatıyla bir fiilde bulunduğu zaman, bu fiilin meşru oluşuna dair (özel veya genel şekliyle) şer’î bir delil taşırsa bu fiil bid’at olmaz. Bu yüzden büyük Şia âlimi Allâme Meclisî şöyle buyurmaktadır: Şeriatte bid’at, Peygamber’den (s.a.a) sonra ortaya çıkan ve caiz oluşuna dair özel veya genel şer’î bir delilin olmadığı şeydir.[4]
Büyük Ehl-i Sünnet alimi İbn Hacer Askalanî de şöyle demektedir: “Bid’at yeni ortaya çıkan ve şeriatte kendisine delil teşkil edecek bir unsurun olmadığı şeydir. Şeriatın delil teşkil ettiği şey ise bid’at değildir.”[5] Yukarıdaki açıklamalarla kuruntudan ibaret birçok şüphe de hallolmaktadır. Örneğin dünyadaki birçok Müslüman Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) doğum gününü kutlamaktadır ve bir gurup ise bunu bid’at bilmektedir! Oysaki söylediklerimiz esasınca bid’at ölçüsü bu hususa uyarlanmamaktadır. Zira her ne kadar bu tür bir yüceltme ve sevgi ilanı şeriatte olmasa da yüce Hz. Resulullah ve onun Ehl-i Beytine (a.s) sevgi duymak İslam’ın kesin usullerindendir ve bu gibi dinî bayramlar bu genel usulün gösterge ve yansımasıdır. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ben, buna karşılık sizden, yakın akrabamı (Ehl-i Beytimi) sevmeniz dışında bir ücret istemiyorum.”[6]
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Sizden hiç kimse malı, evladı ve tüm insanlardan daha çok beni sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.” [7]
Bu ilke Müslümanların bireysel ve toplumsal yaşamlarının değişik boyutlarında yansımalar taşıyabilir. Doğum günlerinde kutlama yapmak söz konusu günlerdeki Allah’ın rahmet ve bereketinin nüzulünü hatırlama ve ilahî dergâha şükretme özelliği taşımaktadır. Bu fenomen (rahmetin nüzul gününde kutlama yapmak) önceki şeriatlerde de yer almıştır. Nitekim Kur’an’ın açık ifadesiyle Hz. İsa (a.s) Yüce Allah’tan kendisine ve yarenlerinden oluşan topluluğa semavî bir sofra indirmesini istemiş ve sofranın inme gününün nesiller boyu kendisi ve müntesiplerince kutlanmasını dilemiştir.
“Meryem oğlu İsa, “Ey Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; önce gelenlerimize (zamanımızdaki dindaşlarımıza) ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve senden (gelen) bir mucize olsun.”[8]
Ayrıca iki emanet hadisi hükmünce imamların rivayetleri şeriat kaynağı ve dinî hüküm delillerinden sayılmaktadır. Dolayısıyla onların sözlerine uymak dine uymaktır ve bu, dinde bid’at çıkarma kategorisine girmez.
4. Bidatin manasına dikkat etmeyle kültürel, siyasal ve toplumsal meselelerde önemli bir rolü olan mühim bir konu anlaşılmaktadır ve o da batılın gerçek çehresiyle hiçbir zaman talip ve müşterisinin olmadığıdır; çünkü hiç ve boştur. O halde kendine dikkat çekmek için hakikat şekil ve rengine bürünmekte ve bir hakikat şeklinde görünmektedir. Çünkü tüm insanlar ve varlıkların hepsi hakikat ve gerçeği istemektedir. Tarih boyunca batıl cephesindeki en önemli faaliyet alanı kültür alanı olmuş ve bu yolla kendi çirkin çehresini güzel ve gerçek gösterme hedefini gütmüştür. Kur’an-ı Kerim yirmi yerden fazla batılın bu taktiği hakkında “tezeyyün (süslemek, güzel göstermek)” tabirini kullanmıştır. Örneğin bir örnekte şöyle buyurmuştur:
“Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemişti.”[9]
Ve şöyle buyurmuştur:
“Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır?”[10]
Bu açıdan tarihin kadim dönemlerinden bugüne dek zalim ve sömürgeci egemenlerin önemli araçlarından biri de sahte din üretmek ve yeni mezhep ve düşünceler icat etmek olmuştur. Böylece bu vesileyle ilahî dinler karşısında direnmek ve hak cephesini zorlamak istemişlerdir. Elbette düşmanın değişik propaganda yöntemlerini detaylı bir incelemeye tabi tutmak ve görünüşü güzel ve aldatıcı çehreler arasında batılın gizli yüzünü keşfetmek ve tanıtmak kolay bir iş değildir. Bilimsel ve düşünsel alanlarda üstün yeteneklere sahip olanlar ancak böyle bir işi yapabilir. İslam’da âlimler ile oturmanın ve onlarla beraber olmanın defalarca vurgulanmasının[11] felsefe ve sırrı belki de budur. İşte bu şekilde insan, gerçek bilginler ile irtibat kurarak sapma tehlikesinden korunabilir.
5. Sapma hiçbir zaman ilk merhaleleriyle kısıtlı kalacak şekilde incelenmemelidir. Gelecek zamandaki devamına da bakılmalıdır. Nitekim hendese biliminde sapma açısının genişlik miktarı ilk başta çok azdır ama uzamasıyla birlikte az olan genişlik yüzlerce veya binlerce kilometreye dönüşmektedir. Buradan ilmî havzalarda geçerli yöntem olan geleneksel fıkha önem vermenin ve taklit mercilerine uyma zorunluluğunun felsefe ve sırrı ve de bu yöntemin niçin imamların nuranî şahsiyetlerince teyit edildiği[12] anlaşılmaktadır. Bu yöntem dinî metinlerdeki hakikatleri anlamak ve kavramak için en sağlam aklî yöntemdir.[13] Her halükârda dinde bid’at çıkarmak yıkıcı siyasal, toplumsal ve kültürel neticeler taşır ve bu dinin toplumda tahrip edilmesinin en önemli etkenidir. Belki de bu netice ve sonuçlar nedeniyle Peygamber (s.a.a) Zirar Mescidi’ni yıkma emri vermiştir.[14] Çünkü Kur’an bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, müminler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resulüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar vardır. Bunlar, “Bizim iyilikten başka hiçbir kastımız yok” diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şahitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar.”[15]
[1] Gerçekte dinin bir cüzü olmayan bir şeyi dine isnat etmek.
[2] Biharu’l-Envar, c. 2, s. 263; Ahmed Hanbel, Müsned, c. 4, s. 126.
[3] Cafer Sübhanî, Menşur-i Akaid, s. 219 ve sonrası.
[4] Biharu’l-Envar, c. 74, s. 202.
[5] Fethu’l-Bari, c. 5, s. 156.
[6] Şura, 23.
[7] Camiu’l-Usul, c. 1, s. 236.
[8] Maide, 114.
[9] Enfal, 48.
[10] Fatır, 8.
[11] Kâfi, c. 1, Bab-u Mecaliseti’l-Ulema ve Sohbetehum.
[12] Vesailu’ş-Şia, c. 18, s. 19. İmam Sâdık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmektedir: “Sözlerimizi nakleden ve açıkladığımız helal ve haramı okuyup onları tanıyan kimseyi hâkim karar kıldım.” Şeyh Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, c. 2, s. 844’te asrın imamından şöyle nakletmektedir: “Meydana gelen olaylar hakkında hadislerimizin nakledicilerine müracaat edin; zira onlar benim size hüccetimdir ve ben de Allah’ın hüccetiyim.”
[13] Daha fazla bilgi için fıkıh usulü ve delilli fıkıh kitaplarına müracaat ediniz.
[14] Sire-i İbni Hişam, c. 2, s. 530; Biharu’l-Envar, c. 2, s. 253.
[15] Tevbe, 107.