Yönetimin Emanet Olması
Genel olarak İslam açısından ve özel olarak Hz. Ali’nin (a.s) bakışından yönetim ve mesuliyet, müdüre teslim edilen bir emanet hükmündedir. Belli bir süre boyunca emanetçi sıfatıyla o konumda vazifesini yerine getirmesi beklenir. Yönetim ve mesuliyet, ehline teslim edilmesi gereken ağır bir emanettir. Zira işlerin doğru düzgün ilerlemesini sağlayacak olan, bir taraftan görevin ve yönetimin emanet olarak algılanması, diğer taraftan ise bu konumun liyakatli ve becerikli kişilere verilmesidir. Mesuliyete bu şekilde bakılması, yönetime veya diğer herhangi bir mesleğe birisini seçerken liyakatin dikkate alınmasını ve layık olanların seçilmesini sağlar. Hz. Ali (a.s) idarecilerinden birine yazdığı bir mektupta mesuliyetin ve yönetimin emanet olduğu konusunda uyarıda bulunarak şöyle buyuruyor:
“Elinde olan iş, yem değildir. Aksine senin boynunda olan bir emanettir.”[1]
Bazı kimseler yönetimin emanet oluşuna aldırmadan ve gerekli liyakate ve beceriye de sahip olmadan yöneticiliği ve mesuliyeti kabul ediyorlar.Böyle kimseleri seçenler de hıyanet etmiş olurlar. Hz. Ali (a.s) Rıfae adlı diğer bir idarecisine şöyle buyuruyor:
“Ey Rıfae! Bil ki bu emirlik ve yönetim bir emanettir ve her kim buna ihanet ederse Allah’ın laneti kıyamet gününe dek onun üzerine olsun.”[2]
Planlama
Planlama, yönetimin rükünlerinden ve müdürlerin esas vazifelerindendir, ayrıca kurumların başarısı ve ilerlemesinde temel role sahiptir. Her türlü girişimden önce planlama yapma zarureti ve bunun özel öneme sahip olması aklî bir meseledir, hakkında delil sunmaya bile gerek yoktur. Açıktır ki bir işe girişileceğinde çeşitli yönlerinin incelenmemesi ve gerekli planlamanın yapılmaması aklın eksikliğine veya bu büyük ilahi nimetten münasip biçimde faydalanılmadığına işarettir ve insan o işte başarı ve zafere ulaşamayacaktır. Hz. Ali (a.s) planlama konusunun aklî bir mesele olduğunu onaylayarak şöyle buyuruyor:
“Aklın kemâlinin en iyi delili, iyi planlama yapmaktır.”[3]
Hz. Ali’den (a.s) nakledilen bazı rivayetlerde planlamanın olumlu sonuçlarına değinilmiştir. Örneğin yanlışın önlenmesi, verimliliğin artması, tehlikelere karşı önlem alınması, etkili karar almaya yardımcı olması, iç huzur sağlaması, kurumun sorunlarını halletmeye yardım etmesi ve pişmanlıktan koruması gibi. Elbette tek başına planlamanın, kurumun başarılı olmasına yetmeyeceğini gözden kaçırmamak gerekir. Kurumun başarısına ve ilerlemesine ön hazırlık olabilecek bir planlama; esaslı, mantıklı ve kurumun imkânları ve şartları dikkate alınarak hazırlanmış olandır. Esaslı ve uygun olmayan bir planlama kurumun ilerlemesine yardım etmeyeceği gibi üstüne üstlük kurumun başarısızlığına, fiyaskoya uğramasına ve hatta dağılmasına yol açabilir. Müminlerin emiri Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
“Planlama yapmamak, helâk ve dağılma sebebidir.”[4]
Karar Alma
Yönetimde karar alma, özel bir konuma sahiptir ve çok önemlidir. Hatta bazı araştırmacılar karar alma ile yönetimi eş anlamlı kabul etmiş ve yönetimin karar alma demek olduğuna inanmışlardır. Karar alma, yönetimin odak noktasını oluşturur. Aslında karar alma; planlama, organizasyon ve kontrol gibi vazifelerin yerine getirilmesinde işin nasılını belirler. Müdürler kurumlarda ortaya çıkan çeşitli konularla ilgili birçok kararlar verirler. Bu konulardan bazıları çok önemli ve hayatîdir. Eğer iyi, yerinde ve zamanında kararlar alınmazsa büyük ve telafi edilemez zararlara uğranılabilir. Böyle durumlarda, akıllı ve mantıklı kararlar verilmesinin zarureti daha fazla kendini göstermektedir. Sadece bu tür kararlar, kurumları sorunlardan kurtarabilir ve daha iyiye götürebilir. Hz. Ali’nin (a.s) de buyurduğu gibi: “Âkilin görüşü kurtarır.”[5]Mantıklı, doğru ve akıllıca kararlar, kurumun çeşitli işleri üzerinde derin tesir bırakır ve kurumsal hedeflere ulaşma yolunda kuruma yardımcı olur. Karar alma dikkat, ileri görüşlülük ve konulara derinlemesine bakışla beraber olursa kurumsal hedeflere ulaşma, kurum başarısı ve etkisi büyük ölçüde garantilenir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Karar, ileri görüşlülükle beraber olursa saadet kâmil olur.”[6]
Organizasyon
Müdürlerin temel vazifelerinden biri de kurumların organize edilmesidir. Günümüz kurumlarının karmaşıklığı ve büyüklüğü, bu konunun zaruretini ve önemini iki katına çıkarmıştır. Organizasyon yardımıyla kurumun genel hedeflerine ve esas görevine, daha küçük hedefler, daha küçük belirli vazifeler ve faaliyetler tanımlanması, yoluyla ulaşılması mümkün kılınır. Organizasyonda çeşitli bölümlerin ve kişilerin görevleri, yetkileri ve sorumlulukları belirlenir. Ayrıca aralarındaki iletişimin nasıl kurulacağı da belirlenir. Organizasyon, kurumdaki herkesin vazifesinin ne olduğunu ve beklenen neticeden kimin sorumlu olduğunu göstermelidir. Bu şekilde görevler ve sorumluluklar hakkındaki belirsizlik ve güvensizlik kaynaklı engeller giderilir ve sorumlulukların birbirine karışması önlenir. Esasında hiçbir kurum ve toplum, organizasyon ve koordinasyon olmadan bir işi yapmayı başaramaz. Organizasyon ve koordinasyon olmadan ipin ucu kaçırılır ve işler birbirine karışır. Emiru’l-Muminin Ali (a.s) kendi büyük ölçekli hükümetini organize ederken her zaman bu önemli esasa teveccüh etmiş, işleri bölerek ve koordine ederek işlerin organizasyonuna hususi bir özen göstermiştir. İmam, değerli evladı İmam Hasan’a (a.s) şöyle tavsiye buyurmuştur:
“İdarecilerinden her birine bir iş tayin et ki onu o konuda uyarabilesin. Bunu yapman, onların işleri birbirlerinin üzerine atmalarını engeller.”[7]
Gözetim ve Kontrol
Bütün sistemlerdeki yönetimin hayatî unsurlarından biri de gözetim ve kontrol esasıdır. Bu mühim esasın muhtelif kurumlardaki önemi ve zarureti inkâr edilemez. Kurumların büyümesi ve karmaşıklaşmasıyla gözetim ve kontrolün zarureti daha fazla hissedilmekte ve kontrol bölümlerinin faaliyetleri de aynı oranda genişlemektedir. Gözetim ve kontrol, kurumun belirlenmiş hedefleri yolunda hareketini sağlamakta ve neticede kurumun ilerlemesini ve devamını garantilemektedir. Esasen hiçbir kurum, gözetim ve kontrol boyutunda münasip ve kuvvetli bir sisteme sahip olmadan kendi devamını ve ilerlemesini garantileyemez. Muhtelif kurumlar, çeşitli kontrol mekanizmaları geliştirerek kurumun ve alt birimlerinin sapmasını ve neticede belirlenmiş hedeflerden uzak düşülmesini engellemeye çalışırlar. Aynı zamanda kurumun bütün etkenlerinin ilgili görevlerini, amaçlanan hedeflere ulaşmak doğrultusunda kullanarak doğru yönde hareket ettiklerinden emin olurlar. Hz. Ali (a.s) kendi yönetimi altındaki idarecilerin davranışlarını ve yaptıklarını kontrol ederken çok dakik ve akıllıca hareket ediyordu, bu konuya hususi özen gösteriyordu. Aynı şekilde yüksek mevkideki idarecilerine de kendi emirleri altındaki idarecileri dikkatli bir şekilde izlemelerini, davranışlarını ve amellerini gözetmelerini sıkıca tembihliyordu. İmam, Malik Eşter’e yazdığı meşhur mektubunda, idarecilerinin yaptıklarını kontrol etmeyle ilgili şöyle buyuruyor:
“Doğruluk ve vefa ehli olan gizli memurlar göndererek işlerini gözlemle; zira devamlı ve gizli teftişlerin, onları emaneti korumaya ve halkla iyi geçinmeye yönlendirir.”[8]
İmam (a.s) özellikle hükümet idarecilerinin yaptıklarının, kontrol edilmesi gerektiğini söylerken ve hükümetteki yüksek mevkili idarecilere astlarını kontrol etmeleri emrini verirken kendisi de idarecilerinin davranışlarını ve amellerini kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Her zaman onların yaptıklarını gözlemleyerek zayıf ve güçlü yönlerini öğrenmeye çalışırdı. Böylece güçlü yönlerini takviye etmeye, zayıf noktalarını ise ortadan kaldırmaya çaba gösterirdi. Hz. Ali’nin (a.s) yüksek makamlardaki idarecilerine yaptığı konuşmaları ve verdiği tavsiyeleri genel olarak incelediğimizde ve gözetim ve kontrolle ilgili amelî siyerine baktığımızda onun açısından kontrolün iki şekilde olduğunu görüyoruz: Açık kontrol ve gizli kontrol. Şu noktayı da zikretmemiz gerekir ki, İmam’ın (a.s) kendi idarecilerini kontrol ederken gösterdiği dikkat ve titizlik, aralarından birisinin bir eşraf misafirliğine gittiğinden haberdar olacağı ölçüdeydi.
Öz-Kontrol
Sağlıklı ve işlevsel bir yönetim için hayatî olan unsurlardan biri, kontrol için tam ve dakik bir sistemin varlığıdır. Çalışanların vazifelerini ve programların olabildiğince iyi işleyip işlemediğini kontrol etmek bir zarurettir ve müdürlerin vaktinin büyük bölümünü almaktadır. Diğer taraftan idarecilerin yaptıklarının müdürler tarafından kontrolü, çalışanların buna karşı koymasına sebep olmakta ve müdürler ile çalışanlar arasına güvensizlik duvarı örmektedir. Eğer çalışanların kendi içlerinde kontrol mekanizması oluşturulabilirse bu sonucun ortaya çıkmaması, aynı zamanda da yapılanların kontrol edilmesi mümkün olabilir. İşte burada, öz-kontrol meselesi şekilleniyor. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
“Kendinden, kendine bir gözetleyici karar kıl.”[9]
Öz-kontrol, kişinin kendi amel ve davranışlarını gözlemleyerek dikkat etmesi ve neticesinde vazifelerini güzel bir biçimde, meslekî ve idarî sapmalardan ve ihlallerden sakınarak yapması anlamındadır. Bu yöntem, dış kontrol (çalışanların kurum tarafından kontrolü) yöntemiyle kıyaslandığında daha az maliyetlidir, daha iyi uygulanabilir ve işlevseldir. Dış kontrol, çalışanların öz-kontrolüyle beraber olursa daha etkili olur. Zira dış kontrolde kişinin bazı davranışlarını ve yaptıklarını, gözlemcilerin görmemesi ve bunları asla değerlendirmemesi mümkündür. Neticede yapılan kontrol eksik olacaktır. Diğer taraftan genellikle dış kontrollerde, yapılan gözlemin güvenilir olup olmadığı, bir şaibenin, garezin, dostluğun veya düşmanlığın işe karışıp karışmadığına dair endişeler mevcuttur. Bu yüzden her zaman gözlemcileri gözlemleyecek başkalarını da görevlendirmek gerekir. Bu şekilde üst düzey gözlemcilerde de başka gözlemcilerin varlığını gerektirir. Oysa gözlemcilerin kendileri öz-kontrole sahip olsalar, bu endişeler ciddi oranda azalır; raporlarına ve doğruluklarına duyulan güven düzeyi artar.
Değerlendirme
Çalışanların liyakatinin değerlendirilmesi ve çalışmalarının ölçülmesi müdürlerin, özellikle de insan kaynakları müdürlerinin görevlerindendir. Genel olarak her kurumda, kuruma ileri derecede bağlı ve müessesenin hedeflerine ulaşmak için her türlü çabayı göstermeye hazır kimseler vardır. Bunların karşısında bazılarının da pek böyle bir bağlılıkları yoktur ve kurumun hedeflerine ulaşması için yeterli düzeyde çaba göstermezler. Etkili ve işlevsel bir sistemin en önemli görevi, bu iki gurup çalışanı birbirinden ayırmaktır. Zira insanların motivasyonlarını kuvvetlendiren ve artıran temel etkenlerden biri, onların işlerine değer verilmesi ve onlara çalışmalarına uygun ve makul davranılmasıdır. Hz. Ali (a.s) Malik Eşter’e yazdığı ahitnamesinde onu çalışanlarını değerlendirmeye ve çalışmalarına göre aralarında fark gözetmeye teşvik ediyor. İyi ve kötü çalışanlar arasında fark gözetmemenin, hoşa gitmeyecek sonuçları hakkında onu uyararak şöyle buyuruyor:
“İyilik yapan kişiler iyiliğe rağbetten vazgeçmemelidir ve kötülük yapanlar kötü işlere teşvik edilmemelidir. Bunun için her birine yaptığına uygun karşılık ver.”[10]
Eğer kurumda kişileri değerlendirmek için doğru ve işlevsel bir sistem olmazsa veya çalışmalar ve faaliyetler doğru ve dakik biçimde değerlendirilmezse kurum çalışanlarının, kurumun hedeflerine ulaşma yönünde çalışmaları için bir motivasyonları olmayacaktır. Neticede kurum, kendi hedeflerine ulaşmak ve görevlerini yerine getirmekten geri kalacaktır. Elbette bütün değerlendirme sistemleri kurum için uygun olamaz. Hatta değerlendirme sisteminin uygun olmaması, kurum için bazı sorunlar doğuracaktır. Öyle ki bu sorunlar, bir değerlendirme sisteminin yokluğu durumundakinden çok olmayacak, ama daha az da olmayacaktır. Bununla beraber değerlendirme sisteminin sonuç vermesi için bazı özelliklere sahip olması gerekir. Hz. Ali’ye (a.s) göre çalışanları değerlendirme sisteminde şu özellikler olmalıdır: Değerlendirme dakik ve adil olmalıdır; her kişinin çaba ve çalışması olduğu kadarıyla hesap edilmelidir, ne daha az ne daha çok; kişilerin çalışmaları ve özenleri birbirlerine mal edilmemelidir; değerlendirme kurumun bütün üyelerini kapsamalıdır; değerlendirmede hem kuvvetli yönleri, hem de zayıf yönleri dikkate alınmalıdır; sonuncu olarak kişilerin karakterleri, değerlendirilmelerini etkilememeli, asıl değerlendirme ölçüsü her şahsın gerçek çalışması olmalıdır.
“Nitekim bir kimsenin şerafeti, onun küçük ve değersiz işini büyük ve değerli saymana ve bir kimsenin hakirliği, onun değerli hizmetini küçük saymana sebep olmasın.”[11]
Seçim
Müdürün esas ve mühim vazifelerinden biri, kurum için işe yarar insan kaynaklarının seçimidir. Kurumda muhtelif işler için doğru ve uygun kişilerin seçilmesi inkâr edilemez bir zarurettir. Çünkü insan gücü, kurumun düşünsel ve operasyonel kollarıdır ve de hedeflere ulaşmada mühim bir rükündür. Amaçlanan görevleri başarıyla yerine getirmek, ancak liyakatli ve becerikli kişilerin hizmetlerinden faydalanmakla mümkündür. Bununla beraber, çalışanların seçimi uygun bir şekilde yapılmazsa ve liyakatli ve becerikli olmayan kişiler seçilirse, bu kişiler kurumsal vazifelerini yerine getirmeyerek, kurumun hedeflerine ulaşmasına yardım etmeyecekleri gibi, kendileri kurumun başarısının önünde büyük bir engel olarak duracaklar, fırsatların kaçırılmasına ve kurumun değerli bütçesinin boşa gitmesine sebep olacaklardır. Kurumda seçimin önemi ve insan gücünün rolünün derecesini anlatabilmek için Hz. Ali’nin (a.s) liyakate değer verilmesini seçimin temel mihveri olarak gördüğünü söylememiz yeterlidir. Kişilerin seçiminde ölçünün uzmanlıkları ve bağlılıkları olduğunu söylemiştir. İslamî hükümette çalışanların bağlılıklarına göre kişilerin seçilmesi, ehline verilmesi gereken bir emanettir. O işe liyakati ve becerisi olan kimselerin seçilmesi gerekir. İmam, Malik Eşter’e şöyle buyuruyor:
“İşleri onların en iyisine ver.”[12]
Hz. Ali’ye (a.s) göre muhtelif işlere seçilecek en iyi ve en liyakatli kişi, bir taraftan o işle ilgili gerekli uzmanlığa sahip olmalı, diğer taraftan dindar, temiz aile çocuğu olmalı, hayâ ve güvenilirlik gibi olumlu özelliklere sahip olmalıdır. İmam bu hususta şöyle buyuruyor:
“Aralarından tecrübeli, hayâlı, namuslu, ailesi temiz ve İslam’da daha önde olanları seç.”[13]
Hz. Ali’nin (a.s) ısrarlı tavsiyeleri esasınca, İslamî düzen müdürlerinin ve mesullerinin, devlet memurluklarını ailevî veya siyasi bağlara göre dağıtma hakları yoktur. Onlar, halkın yürütme işlerini, aile asaleti olmayan ve ahlaki faziletlerden uzak olan kimselere devredemezler. Aynı şekilde gerekli beceriye, uzmanlığa, takvaya ve bağlılığa sahip olmayan kimselerin de İslami düzenin kurum ve kuruluşlarındaki muhtelif işlere ve memuriyetlere gelmeye hakları yoktur. Zira müdürlük, liyakatli ve uzman kişilerin vazifelendirilmesi gereken çok önemli bir emanettir. Gerekli liyakate sahip olmadan idare mevkisine geçenler veya liyakat yoksunu ve ehliyetsiz kimseleri, böyle makamlar için seçenler büyük bir ihanet işlemişler ve kurumların ve kendilerinin yok olma sebeplerini hazırlamışlardır.
Çevre
Kurumların mesul müdürlerinin çevresindekiler ve yakınları, onlarla daha fazla irtibatta olanlardır ve aralarında dostluk ve yakınlık kurulmuştur. Kurumun içinde de bazı kişiler müdürle daha çok ve daha yakın irtibat kurarlar ve aralarında yakın dostluklar gelişir. Bu iki guruba ilaveten, kurum dışından da zamanla müdürle tanışan, dostluk ve yakınlık kuran kimseler olur. Bu özel irtibatlar, bu kişilerde bazı beklentilerin oluşmasına sebep olur. Neticede onlar kendilerini diğerlerinden ayrıcalıklı olarak görürler ve kendilerine bir takım haklar ve ayrıcalıklar tanırlar. Müdürün çevresinin, yani bir şekilde müdürle yakın ilişki kurabilen, kolayca iletişime geçebilen, onun hususi toplantılarına katılabilen veya evine gidip gelebilen kimselerin, müdürün başarısı veya başarısızlığı üzerinde fazlasıyla tesiri vardır. Ayrıca, müdürün çevresi unvanıyla tanınan kişiler, müdürün kişiliğini de göstermektedir. Emiru’l-Muminin Ali (a.s) Malik Eşter’e yazdığı ahitnamesinde müdürün çevresindekilerin bazı özelliklerine teveccüh ederek şöyle buyuruyor:
“Nitekim devlet adamlarının despot, bencil, halka zulmeden ve insaflı davranmayan bazı yakınları vardır. Öyleyse onların zulmünün kökünü, sebeplerini ortadan kaldırarak yok et.”[14]
Çevre, genellikle müdürlerle olan özel irtibatından dolayı beklenti içine girmekte, bu yakınlık ve özel irtibattan faydalanarak kendilerine fevkalade yararlar sağlamaya çalışmakta, konumlarından istifade ederek ülkenin ve kurumun imkânlarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaktadır. Bu, günümüzde rant sağlamak diye tabir edilen şeydir. Müdürün yakınlarının ve çevresinin rant sağlama ve kurumun imkânlarını izinsiz kullanma yanında, başkalarının haklarını çiğnedikleri ve korku bile duymadıkları çok görülmüştür. Çünkü bu kişiler müdürle olan irtibatlarını ve yakınlıklarını, bir tür koruyucu şemsiye, bir güvence olarak görürler, bir dokunulmazlıkları olduğunu düşünürler ki genellikle de onlardan hesap sorulmaz. Hatta hesap sorulduğunda, savunulurlar. Hz. Ali (a.s) Malik Eşter’e çevresindekilere dikkat etmesini ve onlara imtiyaz tanımamasını tavsiye ediyor:
“Çevrendeki ve yakınındaki kimselerin hiçbirine Müslümanların arazilerinden bir yer verme; hiçbiri senden, kendileriyle halkın zararına sebep olabilecek bir anlaşma yapmanı beklemesinler… Bu durumda kârı onların olur, bunun ayıbı ve utancı ise ahirette senin…”[15]
Buna göre müdür, öyle davranmalıdır ki çevresindekiler tamah ederek kendilerinin menfaatine, diğerlerinin zararına olacak bir iş yapabileceğini beklemesinler. Diğer bir deyişle, müdür amelî davranışlarıyla, çevresindekilerin ve yakınlarının yersiz ve gereksiz tamahlara dayanan beklentilerini önlemelidir. Esasen yönetim üslubu, onlarda böyle bir beklentinin oluşmayacağı şekilde olmalıdır.
Bilgi
Bilgi, her kurumda değerli kaynaklardandır ve özel bir öneme sahiptir. Kurumların ve müdürlerinin karar alma, ilke belirleme, planlama, gözetim ve kontrol gibi çeşitli faaliyetlerdeki başarı oranı ve etkisi, onların bilgi toplama, organizasyon, dağıtım, işlem ve kontrol becerilerine çok bağlıdır. Bu süreçte onlar, çok karışık ve değişken bir çevre ve de etkileyici çevresel etkenler karşısında ihtiyaç duydukları bilgileri toplar ve çeşitli birimlerin müdürlerine sunarlar. Çeşitli konularda bilgi toplama ve haber alma, Hz. Ali’nin (a.s) yönetiminde özel bir öneme ve konuma sahipti. O, her zaman haber alma ve bilgi toplama için çeşitli yerlere tanınmayacak, özel görevliler yollardı. Bunlar da çalışanların vaziyetiyle, dâhilî emniyetle ve askerî hareketlerle ilgili gerekli olan bilgi ve haberleri toplayıp İmam’a (a.s) sunarlardı. Mevcut tarihî metinler ve deliller, Hz. Ali’nin (a.s) hükümetinde işlevsel ve dakik bir teşkilatlanmanın var olduğunu gösteriyor. Bu delillerden biri, İmam’ın (a.s) kendi çalışanlarına yazdığı mektuplardır. Bunlara dikkat edilirse İmam’ın (a.s) her zaman birilerini, gerekli bilgileri toplayıp, kendisine ulaştırması için görevlendirerek, çeşitli yerlere gönderdiği görülecektir. Bu mektuplardan biri, kendi çalışanlarından birine yolladığı bir mektuptur. Mektubun bir yerinde şöyle yazıyor:
“Şimdi bana haber verdiklerine göre sen heva ve hevesine uymaktan vazgeçmiyorsun ve ahiretin için geriye bir şey bırakmıyorsun…”[16]
Danışma ve Görüş Alma
Konuların kapsamına, meselelerin karmaşıklığına ve de bilginin genişliğine teveccühle müdür, yalnız başına bütün meseleleri incelemeye, bir konu hakkında gerekli bilgilerin hepsini toplamaya ve muhtelif açılarını incelemeye kadir değildir. Bunun neticesinde, mantıklı ve doğru bir karar alması beklenemez. Kurumun hedeflerine ulaşmak için, danışma ve diğerlerinin görüşlerini alma, Hz. Ali’nin (a.s) ehemmiyeti ve zarureti üzerinde durduğu konulardan biridir. Bazı konuşmalarında bunun zarureti hususunda uyarıda bulunmuş ve zorbalık ve kendi bildiğini okumayı şiddetle men etmiştir. İmam şöyle buyuruyor:
“Hükmünde zorbalık eden kimse helâk olur ve (tecrübeli) adamlarla meşveret eden kimse, onların akıllarına ortak olur.”[17]
Emiru’l-Muminin (a.s), meşveretin yerini anlatmak amacıyla, görüş almanın çeşitli etki ve faydalarını anlatmıştır. Bunlardan bazıları, diğerlerinin parlak fikirlerinden faydalanılması, yok olmanın önlenmesi, hataların öğrenilmesi, uygun yöntemlere ulaşılması ve pişmanlığın önlenmesidir. Herkesin görüşünün alınmasının, faydalı olmayacağı ve başarı getirmeyeceği de açıktır. Bu esasa göre Hz. Ali (a.s), danışılacak kişinin taşıması gereken özellikleri şöyle sıralamıştır: Allah korkusu, zekâ ve akıl, danışılacak konuyla ilgili tecrübe ve uzmanlık sahibi olma, doğru sözlülük ve yalandan sakınma, cimri olmama, cesaretli olma ve açgözlü olmama. Hz. Ali (a.s) Allah vergisi kâmil bir düşünceye sahip olduğu, bu ilahi hediye kendisinin danışma ve görüş alma ihtiyacı duymamasını sağladığı halde, yine de muhtelif konularda diğerleriyle meşveret ediyordu. Şunu da belirtelim ki meşveret, karar aşamasında mutlaka görüşü alınan kişilerin, dediklerinin yapılacağı anlamında değildir. Hz. Ali (a.s), danışmanlarından biri olan İbn Abbas’a hitaben şöyle buyuruyor:
“Senin meşveret maksadıyla görüşünü bana söylemeye hakkın var, benim de üzerinde düşünmeye. Öyleyse eğer senin görüşüne aykırı karar alırsam, bana itaat etmelisin.”
Tecrübeden Faydalanmak
Tecrübeleri doğru şekilde kullanmak, müdürlere artı değer katarak bu tecrübelerden karar alırken faydalanmalarını sağlayabilir. Şüphesiz bir kimse, kendisinin ve başkalarının tecrübelerinden ve edinimlerinden doğru ve uygun biçimde faydalanırsa, aldığı kararların hata oranı azalacak ve kararları daha fazla değere ve itibara sahip olacaktır. Hz. Ali (a.s) tecrübelerin korunması ve bunlardan doğru bir şekilde faydalanılması gerektiği üzerinde duruyor, olumlu sonuçlarından birinin istenilen hedeflere ulaşma başarısı olduğunu zikrediyor ve şöyle buyuruyor:
“Tecrübeleri saklayan (ve gerektiği zaman onları kullanan) kimsenin işleri doğru neticeye varır.”
Hz. Ali’nin (a.s) diğer rivayetlerinde, her şahsın tecrübesinin oranının, işlerinin sağlamlığı ve neticeye ulaşması üzerinde etkili olduğu noktasına da değinilmiştir. Zira bu durumda insanın çözüm yollarının en iyisini ve en uygununu seçme hususunda önü açık olur ve hata katsayısı kendine has biçimde düşer. Hz. Ali (a.s) bununla ilgili şöyle buyuruyor:
“Tecrübenin semeresi iyiyi seçmektir.”[18]
Usulen kişinin birikimi ne kadar fazla olursa muhtelif meseleleri algılama gücü ve sorunlara çözüm yolu bulması o oranda fazla olur. Neticede onun görüşleri daha değerli ve makbul olacaktır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Her kişinin düşüncesi ve görüşü, tecrübesi ölçüsündedir.”[19]
Tevekkül
Tevekkül, İslami yönetimin temel konularından biridir ve Hz. Ali’den nakledilen rivayetlerde de üzerinde durulmuştur. Tevekkül, bütün işlerde Allah Teâlâ’ya dayanma ve güvenme, âlemin yaratıcısının, sebeplerin yaratıcısı ve hepsinin hâkimi olduğuna inanarak iradesine sığınma demektir. Sebepler, O’nun iradesiyle nedensellikte kemâle ulaşır ve tesir bırakırlar. Tevekkül, değer etkenlerinden biri unvanıyla, bütün yönetim meselelerini etkiler. Fakat karar alma üzerindeki etkisi daha çok kendini göstermektedir. Karar alma sırasında Allah Teâlâ’ya, özellikle de önemli işler hakkında (ki çok fazla sonucunun olması mümkündür, diğer bir deyişle yüksek tehlike derecesindedir) tevekkül, kişinin uygun ve makul kararı vermesine ve insanın kaygılarını, korkularını ve ikilemini yenmesine yardımcı olur. Tevekkül, kişinin iradesi üzerinde en etkili olan faktörlerden biridir. Başka hiçbir araç, tevekkül ve Allah Teâlâ’ya itimat gibi insan iradesini sağlamlaştıramaz; başarıya ulaşma sebeplerini hazırlayamaz. Emiru’l-Muminin Ali (a.s) konuşmalarından birinde şöyle buyuruyor:
“Kalbin kuvvetinin esası, Allah’a tevekküldür.”[20]
Tevekkül, insanın gaybî yardımlardan faydalanmasının asıl sırrıdır. İnsan, işlerinde Allah Teâlâ’ya dayandığı vakit, Allah da rahmet kapılarını onun yüzüne açar ve gaybî yardımlarını gönderir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
“Her kim O’na tevekkül ederse Allah Teâlâ ona yeter.”[21]
Önemli olan nokta şudur: Allah Teâlâ’ya tevekkül ve itimat etmek, maddî sebeplere özen göstermemek anlamında değildir. İnsanın, işi yapmak için gerekli olan maddî hazırlıkları yapmaktan gaflet ederek, maddî ve somut araçların hedefe ulaşma yolunda bir etkisi olmadığını tasavvur etmesi anlamında da değildir. Aksine tevekkül, insanın asıl teveccühünü –varlığın hakikati ve esas sebebi olan- Kişinin, Allah Teâlâ’ya yöneltirken, aynı zamanda maddî araçlardan da istifade etmesi anlamındadır. Bu iddianın şahidi, devesini bırakarak “Allah’a tevekkül ettim” diyen bir Arabın hikâyesidir. Değerli İslam peygamberi (s.a.a) ona cevaben şöyle buyurmuştur:
“Devenin dizlerini bağla ve (o zaman) tevekkül et.”[22]
İmtiyaz
Kurumların müdürleri ve mesulleri, konumları nedeniyle birçok mala-mülke ve imkâna ulaşabilirler. Doğal olarak çeşitli malî kaynaklar ve kredi onların ihtiyarındadır. Bu imkân fesada, imtiyaz istemeye ve umumi kaynakların, yasadışı kullanımına zemin hazırlayabilir. Bununla beraber müdürlerin, mesuliyetleri sırasında, bu fesada düşmemeye dikkat etmeleri gerekir. Bu amaçla sadece umumi mülkü ve imkânları kendilerine ihtisas etmekten kaçınmaları yeterli değildir; çevrelerinin, akrabalarının ve dostlarının da imkânlardan yasadışı faydalanmasına ve her türlü imtiyaz isteklerine yol açabilecek bir ortam oluşturmamalı, çalışanların da umumi mülk ve imkânlardan hususi ve şahsi menfaatleri doğrultusunda istifade etmelerine izin vermemelidir. Emiru’l-Muminin (a.s) kendi çalışanlarına her zaman bu noktayı hatırlatıyor ve çeşitli şekillerde onları imtiyaz istemekten sakındırıyordu. Malik Eşter’e yazdığı ahitnamenin bir bölümünde şöyle buyurmuştur:
“İmtiyaz istemekten ve halkın üzerinde eşit haklara sahip olduğu bir şeyi (diğerine) ihtisastan sakın.”[23]
Hz. Ali (a.s) çalışanlarını, imtiyaz istemekten sakındırıyor ve onların kendilerine veya çevrelerine özel imtiyaz tanımalarına izin vermiyordu. Müdürlerine de bir emanet aldıklarını ve bu emanet hususunda halka cevap vermek zorunda olduklarını hatırlatıyordu. Bu hususta İmam’ın tavsiyesi, kendi yönetim davranışları esasına dayanmaktadır ki her türlü imtiyazdan uzaktı. İmam, Irak’a girdiğinde halka şöyle buyurdu:
“Ben bu giysilerle ve bu yük ve eşyalarla sizin vatanınıza geldim. Eğer sizin vatanınızdan bu geldiklerimden başka bir şeyle çıkarsam, hainlerden olurum.”[24]
Hz. Ali (a.s) idarecilerinin imtiyaz talebi hususunda çok hassastı ve bu konuda kesinlikle onların halka karşı kişisel çıkarlarını gözetmelerine, imtiyaz istemelerine ve halkın varlıklarından bir şeyi kendilerine, akrabalarına veya yakınlarına ihtisas etmelerine izin vermezdi. Bu yüzden idarecilerinden, birinin imtiyaz edindiğine dair bir haber kendisine ulaşır ulaşmaz, bunu ortadan kaldırmak için girişimde bulunurdu. İmam’ın idarecilerinden biri, halkın malına el uzattığında ona yazdığı mektupta şöyle buyurmuştu:
“Öyleyse Allah’tan kork ve bu halkın malını kendilerine geri ver. Eğer sen bunu yapmazsan ve Allah seni benim ihtiyarıma bırakırsa sana dair Allah’a karşı olan vazifemi yerine getireceğim ve bu kılıcımla ki kime vurduysam cehenneme gitmiştir, sana vuracağım.”[25]
[1] Nehcu’l-Belağa, 5. Mektup.
[2] Mahmudî, Muhammed Bâkır, Nehcu’s-Saadeti fi Mustedrek-i Nehcu’l-Belağa, c. 5, s. 36.
[3] Âmedî, Abdu’l-Vahid, Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, 3151. Hadis.
[4] A.g.e., 5571. Hadis.
[5] Âmedî, Abdu’l-Vahid, Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, 5424. Hadis.
[6] A.g.e., 4067. Hadis.
[7] Nehcu’l-Belağa, 31. Mektup.
[8] A.g.e., 53. Mektup.
[9] Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, 2429. Hadis.
[10] Nehcu’l-Belağa, 53. Mektup.
[11] Nehcu’l-Belağa, 53. Mektup.
[12] Nehcu’l-Belağa, 53. Mektup.
[13] A.g.e.
[14] Nehcu’l-Belağa, 53. Mektup.
[15] A.g.e.
[16] Nehcu’l-Belağa, 71. Mektup.
[17] Nehcu’l-Belağa, 161. Hikmet.
[18] Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, 4617. Hadis.
[19] A.g.e., 5426. Hadis.
[20] Gureru’l-Hikem ve Durru’l-Kelem, 3082. Hadis.
[21] Nehcu’l-Belağa, 90. Hutbe.
[22] Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharu’l-Envar, c. 71, s. 138.
[23] Nehcu’l-Belağa, 53. Mektup.
[24] Biharu’l-Envar, c. 40, s. 325.
[25] Biharu’l-Envar, c. 33, s. 500.