Bismillah, ilahî rengin ve tevhidî yönelişin nişanesidir.
Bismillah, tevhid şifresidir, diğerlerinin ismiyle başlamak küfür şifresi, diğerleriyle birlikte Allah adıyla başlamak da şirkin şifresidir. Ne Allah'ın ismiyle birlikte başka birinin ismini anarız, ne de O'nun ismi yerine başkasının adını ağzımıza alırız. "Rabb'ini ismini tesbih et" cümlesi, Allah'ın hatta isminin bile her türlü şirkten münezzeh olması gerektiği anlamına gelir.
Bismillah, bekâ ve devamın şifresidir ve ilahî rengi olmayan her şey ise fanidir.
Bismillah, Allah'a aşkın ve O'na tevekkül etmenin şifresidir.
Bismillah, kibirden uzaklaşma ve Allah Teala'nın huzurunda acizliğini bildirmenin şifresidir.
Bismillah, işleri Allah'ın ismiyle sigortalamanın şifresidir.
Bismillah, işlere kutsallık kazandırmanın şifresidir.
Bismillah, sürekli Allah'ı anmanın ve "Allah'ım! Hiçbir durumda seni unutmam" sözünün şifresidir.
Bismillah, insanın hedefinin belirtisidir ve bismillah'la, "Rabb'im! Hedefim sensin, halk, dünya ve hevesler değil", der.
Bismillah, yani "sadece ve sadece O'ndan yardım dilerim, diğerlerinden değil" demektir.
Bismillah, surenin içeriğinin Hak kaynağından ve rahmet mazharından nazil olduğunu bildirmektedir.
'Allah' Kelimesi
Bazıları "Allah" kelimesinin "elihe" kökünden türeyip "abede=ibadet etti" anlamında olduğunu söylemiş ve "Allah" kelimesine, bütün kemallere sahip olan "gerçek mabud" şeklinde anlam yüklemişlerdir. Fakat bazıları ise onun gönül vermek, aşk ve hayret anlamına gelen "velihe" kökünden türediğine inanmışlardır. Buna göre, "Allah" kelimesi, çekiciliği herkesi hayrete düşüren kutsal zat anlamına gelir.
Dikkat edilmesi gerekir ki, "huda" veya "hudavend" kelimesi "Allah" kelimesinin tam tercümesi değildir; çünkü "huda" gerçekte "hud ay=kendine gel"di ve felsefede buna vacib-el vücub denir ve "hudavend" kelimesi de "sahip" anlamına gelir. Nitekim Fars edebiyatında "hudevend-i hane" yani evin sahibi denir.
Ve açıktır ki "sahip" veya "vacib-el vücub" anlamı "Allah" kelimesinin tercümesi için yeterli değildir; bu kelimenin anlamını ifade etmemektedir. çünkü "Allah" gerçekte, bütün kemallere sahip olduğu için aşk ve tapınmaya lâyık olan zat anlamına gelir.
Kur'an-ı Kerim'de, Allah Teala için yaklaşık yüz isim sayılmıştır; fakat bunların arasında en kapsamlı olanı "Allah" tır. Esasen Allah Teala'nın isimleri, sadece bir nişane ve belirti değildir; aynı zamanda bunların her biri O'nun bir sıfatına işaret etmektedir. İnsanların isimleri farklıdır; bazı isimler sadece bir belirtidir. Burada kelimenin anlamına ve o kelimenin anlamının o kişinin özellikleriyle uyuşup uyuşmamasına hiç dikkat edilmez; hatta bazen o ismin anlamı İnsanın kişisel özelliklerine tamamen ters düşmektedir; örneğin büyük bir yalancı olan bir kişinin ismi Sadık=doğru konuşan olabilir!
Ama bazen de bir insanın adı onun ismi olmasıyla birlikte onun sıfatıdır da aynı zamanda; bu durumda o kişinin ismi onun sıfat ve kemalatına işaret eder; aynen doğru konuşan bir insanın isminin "Sadık" olması gibi.
Bazı isimler, saatin zili gibi sadece zamanın ulaştığını bildirmek için bir belirtidir; fakat bazı isimler de müezzinin sesi gibi hem belirtidir ve hem de içeriği vardır.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır." (A'raf/180)
Rivayetlerde Allah Teala için 99 isim kaydedilmiştir ve bunlara Esma-i Hüsna denir. Ve Allah'a bu isimlerle dua edenin duasının kabul olacağı belirtilmiştir.2
Cevşen-i Kebir duasında Allah Teala'ya bin isim ve sıfatıyla dua etmekteyiz.
"Allah" kelimesinden sonra "Rahman" ve "Rahim" kelimelerinin gelişi, insanın işlerine Allah'ın lütuf ve rahmetini umarak başlaması ve bütün ümit ve rahmetlerin kaynağının Allah Teala olduğunu bilmesi için bir şifredir. İşe rahmet kelimesiyle başlamak, Allah Teala'nın esasen kullarına lütuf ve rahmetle davranmayı irade ettiğini ve insana O'nun rahmet kaynağından istifade etmesinin yakıştığını bildiren bir şifredir.
"Rahman" Allah'ın özel ismidir; çünkü sadece O'nun ismi kapsamlı ve süreklidir. Diğerlerinin ya rahmeti yoktur veya eğer varsa da kapsamlı değildir. Ayrıca diğerleri bir şey verecek olurlarsa onun karşılığında dünyevî veya uhrevî bir mükafat ummaktalar; saman verip süt almak isterler!
el-Hamduillah-i Rabb'il Alemin
Her ne kadar "Hamd", "medh" ve "şükür" kelimeleri görünüşte bir anlama geliyorsa da, ancak her biri özel bir yerde kullanılmaktadır. çrneğin, "medh" kelimesi övgü anlamındadır; bu övgü ister yerinde yapılsın ve ister yersiz ve dalkavuklukla yapılsın, ister kişinin sahip olduğu kemalattan dolayı olsun ve ister korkudan veya bir şeye tamah ederek ya da kendini sevdirmek için olsun fark etmez.
"şükür" kelimesi, diğerlerinden insana ulaşan bir hayır ve nimet karşılığında yapılan teşekkürdür. Fakat "hamd" kelimesinde, övgü ve teşekkür dışında başka bir anlam daha var ki o da tapınma anlamıdır. çvgü ve teşekkür tapınma seviyesine ulaşırsa buna "hamd" denir. Dolayısıyla, diğerlerini medhetmek ve onlara teşekkür etmek caiz olmasına rağmen, hamd Allah'a hastır; çünkü tapınma O'na hastır. Gerçi "el-Hamdulillah" kelimesinden sonra, insanın bu Allah'ın lütuf ve azametinden dolayı O'na hamde etmesi gerektiğini gösteren Allah Teala'nın dört sıfatı zikredilmiştir:
"Rabb-ul alemin", "er-Rahman", "er-Rahim", "malik-i yevmiddin." Fakat her şeyden önce "Allah" kelimesi gelmiştir; yani hamd yalnız O'nun içindir; çünkü bu sıfatlar zikredilmese bile hamda lâyık olan sadece O'dur.
Eğer gözün dostunun ihsanındaysa
Sen kendini düşünüyorsun, dostunu değil
Rabb-ul Alemin
Allah Teala, tüm varlık aleminin Rabb'idir. Göklerde ve yerlerde ve bu ikisinin arasında olan her şeyin Rabb'i O'dur.
"Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabb'idir." (Meryem/65)
"Allah her şeyin Rabb'idir." (En'am/164)
Hz. Ali (a.s) "alemin" kelimesinin tefsirinde, "O, cansız varlıkların ve hayvanların, canlı-cansız her şeyin Rabb'idir" buyurmaktadır.
Gerçi bazen Kur'an-ı Kerim'de "alemin"den maksat insanlardır. Fakat çoğu yerde, alem kelimesi yaratıklar anlamında ve alimin kelimesi ise tüm varlıklar anlamında kullanılmıştır. Bu ayetten de anlaşılıyor ki tüm varlık aleminin Rabb'i O'dur; cahiliye döneminde ve bazı milletlerin sahip olduğu her varlık çeşidinin müstakil bir ilahı olduğu ve ona, o varlık çeşidinin rabbi dendiği inancı batıl bir düşüncedir.
Allah Teala varlıkları yarattıktan sonra tüm varlıkların gelişmesi ve tekamüle ermesi için bir yol belirtmiştir; ilahî terbiye ise hidayet yoludur.
"Rabb'imiz her şeye yaratılışını verip, sonra onu doğru yola iletendir." (Taha/50)
Bal arısına hangi bitkiyi emmesini, karıncaya kışlık azığını nasıl biriktirmesini öğreten ve bedeni kendiliğinden kan üretebilecek bir şekilde yaratan O'dur.
Evet, böyle bir ilah tapılmaya lâyıktır. İnsanın özelliklerinden biri cemal, kemal ve güzelliği övmesi, ihsan ve nimetler karşısında teşekkür etmesidir. Allah Teala, kelam ve cemali nedeniyle övülmeye lâyıktır, nimetlerinden dolayı ise şükredilmesi gerekir. Elbette Allah'a teşekkür etmenin kullara teşekkür etmekle bir çelişkisi yoktur; ancak bunun Allah'ın emriyle ve Allah yolunda olması şarttır. Gerçi her dille ve herhangi bir şekilde diğerlerine teşekkür eden birisi de gerçekte onun kaynağına hamdetmiş olur.
Rabb-ul alemin, yani Allah Teala'yla yaratıklarının ilişkisi sürekli ve karşılıklı bir ilişkidir.
Rabb-ul alemin, yani herkesin ilerlemesi ve eğitilmesi mümkündür. Sadece iyiler değil, hatta kötüler de Allah'ın nimetlerinden yararlanmaktadırlar:
"Hepsine onlara da, onlara da Rabb'inin vergisinden uzatırız." (İsra/20)
Allah Teala şöyle buyuruyor: Biz herkese yardım ederiz; herkesin istediği hedefe ulaşması için meydanı herkese açık bıraktık ve dünya çelişkiler yurdu olduğu için de herkesin onca arzusuna kavuşmaması doğaldır.
Rabb-ul alemin, yani Allah Teala hem malik ve hem de müdebbirdir. "Rabb" kelimesi ya terbiye ve eğitim anlamına gelen "rebeye" kökünden alınmıştır ya da sahip anlamında olan "rebbe" kökünden alınmıştır. Allah Teala hem dünyanın sahibidir ve hem de onun müdebbir ve eğiticisi.
"İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne uludur!" (A'raf/54)
Hem yaratma O'nundur, hem idare etme ve hem de eğitici O'dur.
Rivayetlere göre "el-hamdulillah-i rabb-i alemin" Allah Teala'nın nimetlerine en güzel teşekkürdür. Dolayısıyla, her duadan ve Allah'a yakarıştan önce Allah'a hamd edilmesi tavsiye edilmiştir; aksi durumda dua eksiktir. Sadece dua ve yakarışın başında değil; cennet ehli işin sonunda da bu sloganı tekrarlarlar:
"Onların orada duası: Allah'ım! Sen her türlü eksiklikten uzaksın!" (Yunus/10)
Er-Rahman-ir Rahim
Bu iki kelimenin "esirgeyen ve bağışlayan" olarak tercüme edilmesi tam bir tercüme değildir ve bunların anlamını tam olarak ifade etmemektedir. çünkü Allame şehid mutahhari'nin dediği gibi esirgeyen ve bağışlayan Cevad ve Reuf kelimelerinin tercümesidir, Rahman ve Rahim'in değil ve esasen bu iki kelimenin Farsça'da -ve ne de Türkçe'detam bir karşılığı yoktur.
Rahman ve Rahim kelimelerinin ikisi de "rahmet" kökünden alınmasına rağmen, "Rahman" Allah'ın tüm insanları kapsayan karşılıksız ve geniş rahmetine denir; fakat "Rahim" iyi işler sonucu ve mükafat olarak sadece iyilere nazil olan bir rahmettir. Dolayısıyla, İmam Sadık'ın (a.s) buyurduğu gibi Allah Teala bütün varlıklara karşı "Rahman"dır, fakat sadece müminlere "Rahim"dir. Allah Teala rahmeti kendine farz kılmıştır:
"O, rahmet etmeyi kendi üstüne yazmıştır." (En'am, 12)
Nitekim O'nun Peygamber ve Kitab'ı da varlık alemi için rahmettir:
"Ben sizi ancak alemlere rahmet için yarattım." (Enbiya, 107)
Onun eğitim ve terbiyesi rahmet esası üzerinedir; O'nun cezalandırması da öğretmen gibi terbiyenin gereğidir. Günahları bağışlamak, kulların tövbesini kabul etmek, onların kusurunu örtmek ve geçmişlerini telafi etmeleri için onlara fırsat vermek, bunların tümü O'nun kapsamlı rahmetlerindendir.
Esasen, varlık alemi O'nun rahmetinin cilvesidir ve O'ndan her varlığa ulaşan her şey lütuf ve rahmettir; dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim'in tüm sureleri "bismillahirrahmanirrahim"le başlamaktadır. "er-Rahaman-ir Rahim"in "Rabb-ul alemin"in yanında yer alması, ilahi terbiyenin lütuf ve rahmet esası üzerine olduğu anlamını taşır. Nitekim O'nun öğretimi de şefkat ve rahmet esası üzerinedir:
"Çok merhametli, Kur'an'ı öğretti" (Rahman/1-2)
Bu da biz insanlar için, öğretmenin sürekli şefkatli ve merhametli olması gerektiğini öğreten bir derstir.
Maliki Yevmiddin
O, kıyamet gününün malikidir. Allah Teala hem maliktir ve hem de melik. Varlık alemi de hem O'nun malikiyetindeki bir milktir ve hem de O'nun saltanat ve hükümetindeki bir mülktür. O'nun malikiyeti kapsamlıdır; her şeyi kapsar ve hatta hükümet de O'nun malikiyetindedir: "Allah'ım, (ey) mülkün sahibi" (Al-i İmran, 26)
Nitekim insan da kendi bedeninin azasına oranla hem maliktir ve hem de hakim. Allah'ın malikiyeti gerçektir, itibari değil. Gerçi Allah Teala hem dünya ve hem de ahiretin malikidir; ancak insan dünyada kendini eşya ve işlerin maliki bildiği için gerçek malikten gaflet etmektedir; ancak bütün sebeplerin kesilip, nispetlerin yok olduğu ve dillerin mühürlendiği günde Allah'ın malikiyetini çok iyi bir şekilde idrak ve hissedecektir; dolayısıyla, ona, "Bugün mülk kimindir?" diye hitap edilecek ve gözleri yeni açılan insan şöyle diyecek: "O tek ve kahhar olan Allah'ın!" (Mümin/16)
Her namazında "maliki yevmiddin" diyen bir kişi sürekli kıyameti hatırlamaktadır ve yapmak istediği her işte önce kıyamet gününün hesap ve kitabını düşünür.
"Din" Terimi
Din, terimi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır:
1- İlahi şeriat ve kanun; nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
"Allah katında din İslam'dır." (Al-i İmran/19)
2- Amel ve itaat; nitekim Kur'an şöyle buyuruyor:
"Halis din (amel) yalnız Allah'ındır." (Zümer/3)
3- Hesap ve ceza; nitekim ayette şöyle geçer: "Din gününün malikidir."
Kıyamet gününün isimlerinden birisi, "din günü"dür; yani ceza ve mükafat günü. Nitekim Kur'an-ı Kerim, kıyameti inkar edenlerin dilinden şöyle naklediyor:
"Ceza günü ne zaman diye sorarlar." (Zariyat, 12)
Veya bu günü tanıtırken şöyle der:
"Ve yine din (kıyamet) gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? (O gün), kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir, yalnız Allah'a aittir." (İnfitar, 18-19)
Maliki yevmiddin "ey namaz kılanlar; bu günden yarınınız için çaba harcayın" diye korkutma ve uyarıdır; öyle bir yarın için ki "O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez." (Şuara, 88)
Ve öyle bir yarın ki, "Akrabalarınız ve çocuklarınız fayda vermez." ( Mumtehine, 3)
çyle bir yarın ki dilin mazeret uydurmasına ve aklın düşünmesine müsaade edilmez. Öyle bir yarın ki sadece bir tek şeyin yararı var ve o da Allah Teala'nın lütfüdür.
Malik-i yevmiddin'in, er-Rahman-ir Rahim'in yanında yer alması korkuyla ümidin ve teşvikle tembihin yanyana olması gerektiğini gösterir. Nitekim Kur'an-ı Kerim başka bir ayette şöyle buyuruyor:
"Kullarıma haber ver: Ben bağışlayan, esirgeyenim. Ve benim azabım da çok acı bir azaptır." (Hicr, 49-50)
Başka bir ayette ise Allah Teala'yı şöyle tanıtmaktadır:
"Tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan." (Mümin/3)
Her halükârda, "er-Rahman-ur Rahim" ümit vericidir, "malik-i yevmiddin" ise korkutucudur; Müslüman korkuyla ümit arasında olması gerekir ki gururlanmasın ve Allah'ın rahmetinden ümit de kesmesin.
İyyake Na'budu ve İyyake Nestain"
Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım dilerim.
"İyyake ne'budu", yani "yalnız senin kulunum, diğerlerinin" değil. Bu cümlenin iki boyutu var:
Biri insanın O'nun kulu olduğunu ispatlar ve diğeri ise O'ndan başkasının kulu olmadığını vurgular. Evet, tam ve mükemmel mektepte Allah'a imanın yanında tağutu inkar etmek vardır; Allah'a iman ettikleri halde tağutun sultasını kabul edenler yarım Müslüman'dırlar ve hatta belki de hiç Müslüman değillerdir! Tağutu reddetmeden Allah'a iman etmek, esir Müslüman anlamındadır! şirk yörüngesinde yer almaktan kurtulmak için vahdet ve güç merkezine sığınmak gerekir; dolayısıyla, namaz kılan kişi namazda sadece kendisini görmediği için kendini düşünemez; sanki bütün tevhid ehlinin temsilcisi olarak konuşmaktadır: "Allah'ım! Ben yalnız başıma güzel bir ibadetim olmasına lâyık değilim; dolayısıyla, bir Müslüman grubu arasında yer aldım; hepimiz sana ibadet ve kulluk etmekteyiz. Sadece ben değil, hepimiz senden yardım dilemekteyiz." Dolayısıyla, namazın esasen cemaatle kılınması gerekir, fürada (tek başına) kılınan namaz ise sonraki merhalededir.
çnceki ayetler bize teorik tevhidi ve Allah'ı doğru tanımayı öğretti; bu ayet ise ibadî ve amelî tevhidi sözkonusu etmektedir; yani "sadece Allah'ı yegane tanımakla kalma, amelde de sadece yegane olan Allah'a ibadet et ve yeganeperest ol. Neden Rahman, Rahim, Rabb-ul Alemin ve Malik olan Allah'ı bırakıp da diğerlerine yönelesin? Sadece Allah'ın kulu ol, doğunun veya batının, altın ve gümüşün veya tağutların kulu olma. Allah Teala müsaade etmedikçe veya emretmedikçe hatta salih kullara itaat etmeye bile hakkın yoktur. Nitekim kendi Peygamberi şöyle buyuruyor:
"Kim Resul' itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa/80)
Eğer anne ve babamıza itaat ediyorsak O bize emrettiği içindir ve gerçekte Allah'a itaat etmiş olmaktayız. Aklın hükmüyle insan sadece Allah'ın kulluğunu kabul etmelidir; çünkü biz insanlar kemale aşığız, eğitim ve terbiyeye muhtacız; Allah Teala ise bütün kemallerin sahibi ve tüm varlıkların Rabb'idir. Eğer şefkat ve muhabbete muhtaç isek O Rahman ve Rahim'dir ve eğer uzak gelecekten endişeleniyorsak O, o günün maliki ve ihtiyar sahibidir. O halde neden diğerlerine gidelim ve onlardan yardım dileyelim.
İyyake Na'budu
Yani, halkla birlikteyiz; fakat senden başkasına gönül vermiş değiliz. Ne Müslümanların toplumundan uzaklaşarak senin yaratıklarını unuturum ve ne de toplumda eriyerek seni bırakırım; ben yaratana giden yolun halkın arasından geçtiğini bilirim. "İyyake nestain" yani, gerçi varlık alemde yarattığın sebep ve vesilelerden istifade ediyorsam da, ancak her vesile ve sebebin etkisinin senin elinde olduğunu biliyorum. Sen sebebi yaratan ve yok edensin. Hem bir şeyi sebep kılarsın ve hem de onun etkisini kaldırabilirsin. Senin iraden bütün kanun ve kurallara hakimdir ve tabiat senin iradene mahkumdur.
İyyake ne'budu ve İyyake nestain, yani zor ve icbarla değil. Eğer "na'budu" diyorsam, bu serbest olduğumuz içindir ve eğer "nestain" diyorsam, muhtaç olduğumuz içindir ve bunların tümü bizim ihtiyarımızdadır. "İyyake ne'budu ve İyyake nestain" yani, namazı cemaatle kılıyoruz ve Müslümanlarla bir safta, birlikte, kardeş ve uyum içerisindeyiz; gönlümüz ve kalbimiz birdir.
"İyyake ne'budu" yani, Allah'ım! Ben seni kendim için hazır ve nazır bilmekte ve dolayısıyla, "iyyake" demekteyim. Kendisini Allah'ın huzurunda gören bir kul da daha çabuk faydalanır ondan.
Fatiha suresinin başından beri üçüncü tekil şahıs olarak konuşuyorduk Allah Teala'yla, fakat burada ikinci tekil şahıs olarak ve hitap ederek konuşmaktayız. çnce Allah'ın sıfatlarıyla tanışmaktayız; fakat yavaş yavaş kendisine ulaşmaktayız.
Hem de bir defa değil, sevgiliyle konuşmak tatlı olduğu için "iyyake=yalnız sana" kelimesini tekrar etmekteyiz. Allah'ım! Her ne kadar biz ibadet ediyorsak da ancak ibadet etmekte sana muhtacız:
"Allah bizi hidayet etmeseydi biz hidayet olamazdık." (A'raf/43)
Her ne kadar yalnız O'ndan yardım diliyorsak da, ancak O'ndan başkasından yardım dilemek O'nun rızasıyla olursa sakıncasızdır. Nitekim insan kendi gücünden, istidat ve fikrinden yardım almaktadır ve bunun tevhidle bir çelişkisi yoktur. Allah Teala'nın kendisi bize "yardımlaşın" buyurmuştur. çünkü yardımlaşmadan yaşamak imkansızdır.
İmam Ali (a.s), "Allah'ım! Beni halka muhtaç etme" diye dua eden bir adama, şöyle buyurdu: "Bu doğru değil. De ki: Allah'ım, beni kötü insanlara muhtaç etme." çünkü yardımlaşmadan yaşamak imkansızdır.
Samimi bir şekilde "iyyake ne'budur" söyleyen kimse artık kibir, gurur ve bencillik ruhuna sahip olamaz; Allah'ın emirleri karşısında huşu ve itaat eder. Allah Teala kendisine en fazla lütufta bulunduğu için onun katında en güzel şekilde tezellül etmesi gerektiğini bilir. Mutlak bir kul gibi mutlak mevlanın huzurunda durup huzu ve huşu içerisinde de ki:
"Ben kulum, sen ise mevlasın. Senden başka kimsem yok benim; fakat senin benden başka çok sayıda kulun var. Benim ibadetime ihtiyacın yok senin, fakat ben tepeden tırnağa senin lütuf ve keremine muhtacım ve sürekli senden yardım almam gerekiyor."
İhdina's-Sırate'l Mustakim
Allah'ım! Bizi doğru yola hidayet et. Varlık kervanı Allah'a doğru hareket etmektedir:
"Dönüş O'nadır." (Maide/18)
Ve insan da çaba ve hareket halindedir: "Rabb'ine varan yolda çabalayıp durmaktasın." (İnşikak/6)
Ve her harekette sadece bir tek doğru yol vardır ve diğer yollar ise sapadır. İslam dini bu hareket için hem yol tayin etmiştir ve hem de kılavuz; hem hedefi belirtmiş, hem de insana hareket vesilesini vermiştir ve hangi yoldan hareket etmemiz gerektiğini seçecek olan da yine biziz. Allah Teala her insanın fıtrat ve ruhunun derinliklerinde, ilerleme, kemal ve hakkı aramaya eğilim yaratmıştır; eğer insan bu eğilimi peygamberlerin eğitimi ışığında eğitecek olursa Allah Teala'nın özel lütfüne mazhar olur:
"Hidayet olanlara gelince, Allah onların hidayetini artırmıştır." (Muhammed/17)
Kur'an-ı Kerim iki türlü hidayeti söz konusu etmektedir: Biri bal arısının güllerden balı nasıl alması gerektiği hususunda hidayete erdirmesi gibi tekvinî hidayet ve diğer ise insanlara has olan ve peygamberlerin kılavuzluklarından ibaret olan teşriî hidayettir.
Doğru Yol Hangisidir?
Kur'an-ı Kerim'de 40'tan fazla geçen "hidayet" kelimesi düz, açık ve geniş yol anlamındadır. İnsanın hayatında çeşitli yollar var ve insan bunlardan birini seçmek zorundadır: Kendi heveslerinin yolu, halkın heveslerinin yolu, tağutların yolu, kavim ve ırk taassuplarından dolayı atalarının yolu, şeytanî vesveselerin yolu, tecrübe edilmemiş yollar ve nihayet Allah ve velilerinin yolu.
Tabii ki, Allah'a inanan bir insan, bütün bu yollar arasından sadece Allah'ın ve O'nun velilerinin yolunu seçecektir; çünkü bu yolda, diğer yollarda olmayan imtiyazlar vardır:
* Doğru yol, iki nokta arasında en kısa yoldur; dolayısıyla bu yol hedefe ulaşmak için en yakın yoldur.
* İlahî yol, insanın kendisinin veya diğerlerinin hevesleriyle değişen diğer yolların aksine sabittir.
* Sadece bir tek yoldur; çünkü iki nokta arasında sadece tek bir doğru yol vardır, fakat diğer yollar çeşitlidir.
* Güvenceli ve tehlikesiz bir yoldur; insanın sürekli düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu diğer yollar böyle değildir.
* İnsanı maksada, yani Allah'ın rızasına ulaştıran yoldur ve onda yenilgi söz konusu olmaz.
* Doğru yol, Allah'ın yoludur: "Gerçekten Rabb'im doğru bir yol üzerindedir." (Hud, 56)
* Doğru yol, peygamberlerin yoludur: "Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin." (Yasin, 3-4)
* Doğru yol, Allah kullarının yoludur: "Bana tapın, doğru yol budur." (Yasin, 61)
* Doğru yol, Allah'a tevekkül ve dayanma yoludur: "Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir." (Al-i İmran, 101)
İnsan hem yol seçiminde Allah'tan yardım almalıdır ve hem de yolu sürdürmekte ve o yolda kalmakta. Tıpkı sürekli ışık saçması için her an asıl kaynaktan elektrik alması gereken lamba gibi. Dolayısıyla, sadece normal halk değil, Allah'ın peygamberi ve masum İmamlar (a.s) da her namazda Allah Teala'dan kendilerini doğru yolda sabit kılmasını niyaz etmelidirler. Sadece namazda değil, her halde ve her işte, ister iş seçiminde ve ister arkadaş seçiminde, ister evlilikte ve ister derste sürekli Allah Teala'dan kendisini doğru yolda kılmasını istemelidir. çünkü çoğu zaman insan inançlarında doğru düşünmesine rağmen amele gelince ayağı kaymakta ve bazen de bunun aksi olmaktadır.
Doğru yol, orta ve itidal yoludur. İmam Ali (a.s) buyuruyor ki:
"Sağ ve sol sapadır; cadde ise orta yoldur." (Bihar-ul Envar, c.87, s.3)
Doğru yol, her türlü ifrat ve tefritten uzaklaşmaktır; ne hakkı inkâr etmek ve ne hakta aşırılığa düşmek, ne cebir ve ne de tefviz, ne bireysellik ve ne de toplumsallık, ne zihinsellik ve ne de amelden bıkkınlık, ne dünyaya yöneliş ve ne de ahiretten kaçış, ne helalleri haram kılmak ve ne de şehvetlerin içinde çırpınıp durmak, ne cimrilik ve ne de israf, ne kıskançlık ve ne de dalkavukluk, ne korku ve ne de korkusuzluk ve ne, ne, ne...
Aksine ister inanç ve düşüncelerde ve ister amel ve hareketlerde sürekli itidal ve orta yolu izlememiz gerekir.
Doğru yolda hareket etmek için sürekli Allah Teala'dan yardım almamız icab eder; çünkü bu yol kıldan ince ve kılıçtan keskindir ve her an düşme tehlikesi var. Ancak dünyada Allah'ın doğru yolundan sapmayanlar, fikrî, ameli ve ahlakî sapmalardan korunanlar kıyametin doğru yolundan geçebilirler.
Biri cebre inanarak bütün işleri Allah'a isnad eder, insanın kendi kaderinde hiçbir rolü olmadığına, bu konuda iradesiz ve zorunlu olduğuna inanır, diğeri ise bütün işlerde mutlak etkeni kendisi bilir ve Allah'ı saf dışı bırakmaya kalkışır.
Biri ilahî önderleri normal insanlar gibi tasavvur eder ve diğeri onları ilahlık makamına yükselterek İsa Mesih'i Allah'ın oğlu ve hatta Allah'ın kendisi bilir!
Biri Allah'ın velilerini ziyaret etmeyi ve onlara tevessülü şirk bilirken, diğeri hatta ağaç ve duvara bile tevessül eder! Biri yersiz bir kıskançlıkla eşinin evden çıkmasına müsaade etmezken, diğeri hayasızca eşini hicapsız bir vaziyette sokak ve pazara gönderir.
Bütün bunlar Allah'ın doğru yolundan sapmadır; Allah Teala şöyle buyuruyor:
"De ki: Rabb'im, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine." (En'am, 161)
Başka bir yerde buyuruyor ki:
"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahid olasınız." (Bakara, 143)
Rivayetlerde yer aldığı üzere: Masum Ehl-i Beyt İmamları (a.s), "Doğru yol biziz" buyurmuşlardır.
Yani, doğru yolun gözle görülebilecek pratik örneği ve bu yolda hareket etmenin olgusu semavî önderlerdir. Onlar buyruklarında iş, dinlenme, tahsil, eleştiri ve bağışta bulunma, sevgi ve muhabbet gösterme, küsme ve barışma gibi hayatın bütün alanlarında sürekli bize itidal ve orta yolda hareket etmeyi önermişlerdir. Bu öneriler Usul-i Kafî'de, "el-İktisad-u fi'l İbadat" başlığı altında yer almıştır.
Biz burada sadece, itidali vurgulayan, ifrat ve tefritten sakındıran ayet ve rivayetlerden örnekler getireceğiz:
* "Yiyin, için fakat israf etmeyin." (A'raf, 31)
* "Elini boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma." (İsra 29)
Bağışta bulunmada ne elin bağlı olsun ve ne de sonra kendin muhtaç olacak şekilde açık olsun.
* "Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler ne de cimrilik ederler; harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur." (Furkan, 67)
Müminler öyle kimselerdir ki bağışta bulunurken ne israf eder, ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında ılımlıdırlar.
* "Namazında pek bağırma, pek de sesini gizleme, bu ikisinin arasında bir yol tut." (İsra 110)
* "Onun yanında bulunanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler." (Fetih, 29)
Müminlerin hem çekiciliği ve hem de iticiliği vardır; kafirlere karşı şiddetli ve müminlere karşı şefkatlidirler.
* "Namazı kılın ve zekatı verin." (Bakara, 43)
Hem yaratanla ve hem de yaratılanla bağlantı kurun; hem namaz kılın ve hem de zekat verin.
* "İnanıp iyi işler yapanlar." (Bakara, 82) Hem iman ve kalp inancı gereklidir, hem salih amel.
* Gerçi Kur'an-ı Kerim "Anaya-babaya iyilik ediniz." (Bakara, 83) buyuruyorsa da ama başka bir yerde de sizleri Allah yolundan alıkoyacak olurlarsa "Onlara itaat etme." (Ankebut, 8) buyuruyor.
* Ne arkadaşlıklarınız sizi hakkı söylemekten alıkoysun "Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin aleyhinde olsa bile."(Nisa, 135)
Ne de düşmanlıklar sizi adilane davranmaktan alıkoymalıdır: "Bir topluluğa karşı duyduğunu kin sizi adaletten saptırmasın." (Maide, 8)
* Aşura gecesi, İmam Hüseyin (a.s) hem Allah Teala'yla münacat ediyor ve hem de kılıcını biliyordu!
* Ka'be ziyaretçileri Arefe günü ve Kurban bayramı gecesi dua okurlar, fakat bayram günü kurban yerine giderek kanla tanışmaları gerekiyor.
* Ve nihayet İslam tek boyutlu bir din değildir; dolayısıyla, bir tarafa yönelip diğerini unutmaz; insanın varlığının tüm boyutlarına dengeli ve orta bir şekilde dikkat etmiştir.
Sıraatellezine En'amte A'lehyim Gayri'l Mağzubi A'leyhim vela'z-Zallin
Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet et, gazap ettiklerinin ve sapmışların yoluna değil.
Namaz kılan kimse, Allah'tan kendisini doğru yola hidayet etmesini istedikten sonra, Allah'ın nimetine ulaşanların bulunduğu yola hidayet etmesini istemektedir. Kur'an-ı Kerim Nisa suresinin 69. ayetinde ve Meryem suresinin 58. ayetinde bunların kimler olduğunu tanıtmaktadır; örneğin Nisa suresinin 69. ayetinde buyuruyor ki:
"Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir."
Dolayısıyla, namaz kılan kimse Allah Teala'dan kendisini peygamberlerin, şehitlerin ve salihlerin hattında karar kılmasını istemektedir. Bu temiz kişilerin yolunu izlemek arzusu, insanı sapma tehlikesinden alıkoyar, sürekli namaz kılan kişinin zihninde onların anısının canlılığını korur.
Gazap Edilmişler ve Sapmışlar Kimlerdir?
Kur'an-ı Kerim'de, Firavun, Karun, Ebuleheb gibi kişiler ve Ad, Semud ve İsrailoğulları gibi milletler gazap edilmişler olarak tanıtılmıştır. Biz her namazımızda Allah Teala'dan inanç, ahlak ve amelde Allah'ın gazap ve kahrına uğrayan böyle kişi ve gruplardan olmamayı dilemekteyiz.
Kur'an-ı Kerim'de yaşam öyküleri ve medeniyetleri daha çok geçen İsrailoğulları, bir zamanlar kendi asrındaki insanlardan üstün idiler. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Sizi alemlere üstün kıldım" (Bakara, 47)
Fakat bu fazilet ve üstünlükten sonra, kötü davranışları nedeniyle Allah'ın gazap ve kahrına uğradılar; Kur'an-ı Kerim bu hususta buyuruyor ki:
"Allah'ın gazabına uğradılar." (Bakara, 61)
Kaderlerinin bu değişiminin nedeni davranışlarının değişiminden kaynaklanıyordu.
Yahudi bilginler, Tevrat'ın semavî emirlerini tahrif ettiler: "Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlardı." (Maide, 13)
Yahudi tacirler ve zenginler faiz ve haram yemeye yöneldiler: "Faiz almalarından dolayı." (Nisa, 161)
Halk kitlesi ise cihad ve savaşa davet edildikleri halde rahattaleplik veya korkularından dolayı, savaş meydanına gitmekten sakındılar ve Hz. Musa'ya (a.s) dediler ki: "Sen ve Rabb'in, gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz." (Maide, 24)
Bu fikrî ve amelî sapmalar, Allah Teala'nın onları izzetin zirvesinden zilletin derinliğine düşürmesine neden oldu. Demek ki, her namazda Allah Teala'dan, Kitabı'nı tahrif edenlerden, faiz yiyenlerden, savaş ve cihaddan kaçanlardan olmamayı istemekteyiz; yine yolunu kaybetmiş şaşkınlar gibi olan ve bir hedefi olmaksızın her an bir tarafa giden, eyyamcı ve kendilerinden bir iradeleri olmayan sapmışlardan olmamayı dilemekteyiz.
"Sapmışlar", "kendilerine nimet verilmişler" gibi peygamberler ve salihlerin hattına geçmedikleri gibi "kendilerine gazap edilmişler" gibi Allah'ın dini karşısında da cephe almaz, savaşmak istemezler. Onlar ilgisiz, dertsiz ve dört ayaklı hayvanlar gibi sadece karın ve şehveti düşünen refah düşkünü kimselerdir; hak ve batılla hiç mi hiç ilgilenmezler.
Onlara peygamberin hakim olmasıyla tağutların hakimiyeti arasında hiçbir fark yoktur; kim hükümet ederse etsin, önemli olan onların maddî refah ve huzur içerisinde olmalarıdır.
Bu grup sapmışlardır; çünkü bunların belli bir yolları yoktur.
Namaz kılan kimse, Fatiha suresinin sonunda, peygamber, şehitler ve salihlere aşk, ilgi ve sevgisini dile getirerek tarihte gazaba uğramışlardan ve sapmışlardan uzaklaşmayı diler. Her namazda gazaba uğramışlardan ve sapmışlardan nefretini dile getirmek, İslam toplumunu onların hükümetini kabullenmek karşısında dirençli kılar. Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki:
"Allah'ın gazap ettiği kimselerle dostluk etmeyin." (Mumtehine, 13)