Üstad Dinani'nin Dilinden Allame Tabatabai

Üstad Dinani'nin Dilinden Allame Tabatabai

Selam aziz izleyiciler, Allame Tabatabai'nin vefat yıl dönümünün eşiğindeyiz. Marifet programının bu bölümünde özel bir söyleşimiz var. Allame Tabatabai'nin seçkin öğrencilerinden ve şu anda da ülkemizdeki irfan ve felsefe kürsüsünün seçkin hocalarından biri olan Sayın Dr. İbrahimi Dinani ile birlikteyiz.

Aziz üstada hoş geldiniz diyor ve teşekkürlerimizi arz ediyoruz. İzin verirseniz önce siz Allame Tabatabai ile tanışıklığınıza dair bir giriş yapın ben de ardından sorularımı yönelteyim.

Üstat Dinani: Pekâlâ, bismillahirrahmanirrahim. Benim Hz. Allame Tabatabai ile tanışıklığım, öğrencinin hocasıyla tanışıklığıdır. Ben Havza talebesi olduğum dönemde o da Havza'nın meşhur hocalarından biriydi. Merak hissiyle kendisini keşfettim ve onun ders oturumlarına katılmaya başladım; gündüz olan derslerine…

Daha sonra derslerine daha sık katıldıkça yakınlığımız arttı ve gece verdiği derslere de katılmaya başladım. Gece derslerine katılan kişi sayısı parmakla sayılacak kadar azdı ve gizliydi. O derslere herkes gelemiyordu. Kendisi bir müddet sonra benim de o derslere katılabileceğimi söyledikten sonra ben de aralarına katıldım.

Benim Kum'da bulunduğum yıllar boyunca yani yaklaşık 10, 12 yıl müddetince hem gündüz verdiği normal derslerine hem de geceleri dönüşümlü olarak dostların evlerinde yaptığı derslerine katıldım. O dersler haftada iki geceydi. Allame o derslerinde içinde sakladığı gerçek düşüncelerini ortaya koyuyordu.

Gece derslerinde rahat konuşuyordu, gündüz yaptığı derslerde birçok şeyi söylemiyor veya söylemek istemiyordu. Gündüzleri kitaptan ders verirdi. Ama kendi sahip olduğu özel düşünceleri, yani kendisinin açıklamak istediği düşünceleri gece derslerinde anlatıyordu.

Laricani: (Gülerek) Yani sırları açıklıyordu.

Üstat Dinani: (Gülerek) Sırlar değildi, düşüncelerdi. Fakat çok derin konular oldukları için belki de birçok yerde bunları gündeme getirmeyi uygun görmüyordu. Başka yerde gündeme getirilmeyen bu düşünceler o gece derslerinde konu olurdu. Öğrenciler de kendisine yakın ve özel öğrencileriydi.

Laricani: Sizden başka kimler vardı mesela?

Dinani: Mesela Sayın Cevadi-i Amuli vardı, Hasanzade Amuli vardı, Abbas Ebuturabi, Uveysi Gazvini, Saini Zencani, Şeyh Abbas Necefabadi, ben vardım, Muhammed Hamenei ve Dr. Ahmed Ahmedi vardı.

Bu dersler uzunca bir süre devam etmişti ama biz ilk döneminde yoktuk. İlk döneminde Sayın Mutahhari falan vardı. Benim olduğum dönemde bu söylediklerim mevcuttu. Ben Kum'da bulunduğum süre boyunca bu derslere katılma bahtiyarlığına eriştim. Ayrıca ben kendisinin Tahran'da Henri Corbin ile yaptığı görüşmelere Kum'dan kendisiyle birlikte giden tek kişiydim. Yani ben gündüz verdiği derslere ilaveten hem Kum'daki gece derslerine hem de Tahran'daki derslerine katılıyordum.

Laricani: Henry Corbin'den bahsettiniz. Henri Corbin, İslam maarifiyle özellikle de İslam irfanıyla çok ilgili biridir.

Dinani: Özellikle de Şiilikle çok ilgilidir.

Laricani: O, eserlerinde Şia irfanını çok öne çıkardı; bunun sebebi nedir üstat?

Dinani: Bu çok ayrıntılı bir mesele… Merhum Henri Corbin, kuşkusuz çağımızın büyük filozoflarından biriydi. Batı'daki çeşitli felsefi ekolleri tanıması ve birçok felsefe üstadını görmesi bakımından benzerine az rastlanabilecek biriydi.

O, birçok felsefe üstadıyla ya görüşmüş veya onların öğrencisi olmuştu. Batı felsefesine, Batı felsefesi tarihine ciddi bir hâkimiyeti vardı. Kendisi de büyük bir filozoftu. Maneviyatçı bir insandı, zatı itibariyle maneviyatçı insanlardan biriydi. Hocası olan Louis Massignon sayesinde Sühreverdi'nin eserleriyle tanışıyor. Sühreverdi'ye adeta cezp oluyor; özellikle de Sühreverdi'nin misal âlemine…

Sühreverdi ‘munfasıl' bir hayal âlemine inanır. Çok az filozof ‘munfasıl' hayal âlemini esas almıştır. Hatta Molla Sadra bile hayal âlemini ‘muttasıl' olarak görmektedir. Hayal âleminin ‘munfasıl' olduğu ve misal âlemi olduğu konusunda ısrar eden tek filozoftur. Şeyh Ahmed Ehsai gibi ‘misal-i ekber' görüşünde değildi. Bu mesele Corbin'i cezbetmişti. Daha sonra Corbin'in eserlerinde Sühreverdi'nin bu düşüncesi ‘Arz-ı Melekût' adı altında söz konusu edildi. Corbin'in bu isimle bir kitabı da vardır. ‘Arz-ı Melekût', yani bu içinde yaşadığımız doğal coğrafi yeryüzü onun gözünde melekûtî bir yerdir. Melekûtî bir yeryüzüdür. Sühreverdi'nin bu düşüncesi Henri Corbin'i çok etkilemişti. Sühreverdi'nin birçok eserini yayımladı. Daha sonra yavaş yavaş diğer İslam arifleriyle aşina oldu. Özellikle Seyyid Haydar Amuli ve Molla Sadra'yla…

Ömrünün sonlarına doğru bu fikri akıma kapıldı ve Şiilik dünyasına girdi. O, Şiiliğin canlı ve bu güne dair sözü olan tek manevi yol olduğuna inanır. Evet, ben daha uygun bir zamanda Corbin'den ve düşüncelerinden çok daha ayrıntılı bir şekilde bahsederim.

Batı'da insanlığın yeni bir maneviyata, unutulmuş bir maneviyata ihtiyacı olduğunu savunan bir grup insan vardı ve onlardan biri de Henri Corbin'di. Bir diğeri Hermann Hesse, bir başkası da meşhur Dinler Tarihi kitabının yazarı Mircea Eliade idi… Bunlara benzer başka filozoflar da vardı, fikirleri birbirine oldukça yakındı. İsviçre'nin bazı kentlerinde zaman zaman toplantılar da yapar ve yılda bir iki defa fikir alışverişinde bulunurlardı. Bunlardan biri de Henri Corbin'di.

Henri Corbin, daha sonra İran'a geldi, ardından da her yıl dört beş ay İran'da kalmaya başladı. Bu vesileyle merhum Allame Tabatabai ile irtibat kurdu. Allame Tabatabai ile görüş alışverişinde bulunurlardı. Ne mutlu bana ki ben de onların bu toplantılarına katıldım.

Laricani: O toplantılarda bahis konusu edilen önemli meseleler nelerdi?

Üstat Dinani: Tamamı maneviyat eksenliydi, dünyanın maneviyata olan ihtiyacıyla ilgiliydi. Her ikisi de maneviyatçı kişilerdi. Merhum Allame Tabatabai, filozof ve arifti; Henri Corbin de gerçekten maneviyatçı bir insandı, görünürde Hıristiyan'dı, zahiren din değiştirmiş de değildi. Fakat bir Şii'den eksiği yoktu, gerçekten tam anlamıyla bir Şii'ydi. Ama değişimini izhar etmedi. Orada bugünün insanının ihtiyacı olabilecek ve bugünün insanını etkileyebilecek olan manevi konular ele alınırdı. Hıristiyanlıktan söz ederdi, merhum Allame Tabatabai de İslam'dan bahsederdi. Konular çok uzun ve ayrıntılıydı, burada onları anlatacak zaman yok; ama örnek olması bakımından şunu söyleyeyim:

Mesela insanlığın ilk atası olarak kabul ettiğimiz Âdem'in ‘ilk günahı', bu konulardan biriydi. Hıristiyanlar bu hatayı zati bir hata olarak görüyorlar. Onlara göre beşer, zati olarak, doğuştan günahkârdır, bu hata da zatiydi ve Hz. Mesih çarmıha gerilerek insanın bu günahını ortadan kaldırmak istedi.

Bildiğiniz gibi İslam'ın bu konudaki telakkisi farklıdır. İslam, insanı zat ve fıtrat olarak temiz kabul ediyor, günahkâr saymıyor. Günahı arızi bir şey olarak görüyor. Bu bir tartışma konusudur, günah acaba insan için zati bir şey midir, yoksa arızi bir şey mi? Ondan sonra şu gündeme geliyor: Eğer günah arızi ise, ne gibi sonuçları olur, zati ise ne gibi sonuçları olur? Mesela bu konu üzerinde çokça bahsedilirdi. Günahın zati olması halinde etkileri nelerdir, arızi olması halinde bunun sonuçları ne olur? Bu tür konulardı. Ben bunu bir örnek olarak zikrettim. İşte bu tür konular yıllar boyunca söz konusu edildi. Özetle ele alınan konu, insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu maneviyat meselesiydi.

Laricani: Henri Corbin bahsi o kadar tatlı ve cazip ki insan hemen geçemiyor. O, Seyyid Haydar Amuli'nin kitaplarını yayımlarken Câmiu'l-Esrâr'a bir mukaddime yazıyor. Orada Şii maarifine olan gönül bağını açıkça ortaya koyuyor. Allame Seyyid Haydar'ın en büyük hüneri, Muhyiddin'in düşüncelerini Şia maarifine katması oldu.

Üstat Dinani: Evet öyle… Merhum Corbin, sizin de işaret ettiğiniz gibi Şii bir arif olan Seyyid Haydar Amuli'ye cezp olmuştu. Onun birçok eseri üzerine çalıştı ve bunları yayımladı. O genel olarak şuna inanırdı -ki ben de onunla aynı düşünceyi paylaşıyorum ve onun bu düşüncesini çok seviyorum- onun inancına göre Şiilik olmaksızın irfan olmaz. O, tüm arifleri, hatta Sünni olanlarını dahi Şii olarak görürdü.

Ona göre Mevlana'nın veya Attar'ın şiirlerinde yaptığı gibi kimi ariflerin halifeleri övmesinin veya onlara şiirler yazmasının bir önemi yoktu. Ona göre irfan, tümel (küllî) velayete bağlılık olmaksızın imkânsızdır ve tümel velayet de Şii İmamlarına aittir. İşte bu bağlamda Şii olmayan hiçbir arifin olamayacağına inanıyordu. Bu çerçevede tüm ariflere büyük bir bağlılık içindeydi; ama Haydar Amuli hem arif hem de Şii olduğu için Muhyiddin'i de atlayıp Seyyid Haydar Amuli'ye meftun olmuştu.

Laricani: Pekâlâ üstat, yeniden Allame Tabatabai bahsimize geri dönelim. Allame'nin çok değerli kitaplarından biri de Usul-i Felsefe ve Reviş-i Realizm'dir (Felsefenin İlkeleri ve Realizm Yöntemi). Sizin de bildiğiniz gibi Allame Tabatabai, o kitabı yazdığı dönemde ülkemiz, özellikle de ülkemizin yazılı kültürü Batı felsefesinin ve diyalektik materyalizmin saldırısı altındaydı. Sizce onun eserleri bu düşüncelere karşı koymada ne ölçüde etkili oldu?

Üstat Dinani: Evet, güzel bir soru sordunuz. Merhum Allame Tabatabai, eşine az rastlanır bir insandı. Allame Tabatabai şu an çok meşhurdur, şu an onu herkes tanıyor, şimdi onu tanımayan hiç kimse yok. Birçok öğrencisi vardı. Allah'a hamd olsun ülkemizde muhtelif alanlarda onun birçok öğrencisi var.

Merhum Allame Tabatabai, çok geniş kapsamlı bir insandı. Filozoftu, kelâmcıydı, büyük bir müfessir, büyük bir fakih, usûlcüydü ve büyük bir edebiyatçıydı. Arap edebiyatında da çok eşsiz biriydi.

Fıkıh ve usûl (fıkıh metodolojisi) alanında yazdığı eserleri biz gördük, el yazısıyla yazdıklarını gördük, onlar şu an basıldı mı bilmiyorum. Sanırım birçoğu basılmadı, bazıları basıldı. 40 yıl önce biz eserlerini basmak, yani düzenlemek ve yayım aşamasına getirmek için kendisinden izin istedik. Defalarca tekrar ettiği bir sözü vardı ki bu söz benim için çok ilginçti ve hala unutmadım. Allame Tabatabai'nin fıkıh ve usûl eserleri aslında çok önemliydi. Kendi döneminde onun fıkıh bilgisi düzeyinde çok az sayıda âlim vardı.

Allame Tabatabai “Menbehi'l-kifâyedir'' (yeterince var) diye buyurdu. Bu konuda çok sayıda kitap yazıldı, benimkiler basılmasa da önemli değil demek istiyordu. O, bu sözüyle zamanının ruhunu bildiğini, zamanını çok iyi tanıdığını ve neyin daha fazla gerekli olduğunun farkında olduğunu gösteriyordu. Bunu, yaşantısıyla ve davranışlarıyla da ispat etmiştir.

Mesela Havza (medrese) âlimleri arasında genellikle tefsir çok az söz konusuydu. Yani çok az âlim tefsir yazıyor veya tefsir dersi veriyordu. O, kendi döneminin öğrencileri için tefsirin gerekli olduğunu hissetti. Tefsir dersleri verdi ve muhteşem el-Mizan tefsirini yazdı.

Ayrıca o dönemde felsefenin gerekli olduğunu hisseti, elbette şimdi de gerekli; ama o kendi döneminde bunu hissetti ve felsefe dersleri verdi. Felsefe öğretimi onun hayatı için çok zararları olan bir şeydi, başına pek çok dert açtı ki şimdi ben bu meseleye girmek istemiyorum. Havzada felsefe dersleri vermek birçok sorunla karşı karşıya kalmaya sebep oluyordu. Maddi hayatını olumsuz etkiliyor, dikkate alınmamasına yol açıyordu. Bunlara rağmen o felsefe dersleri verdi. Allame Tabatabai fıkıh eserleri için ‘yeterince var' diyerek eksik gördüğü alanlar üzerinde durdu.

Ve bununla irtibatlı olarak sizin de işaret ettiğiniz Felsefenin İlkeleri ve Realizm Yöntemi kitabını yazdı. O dönemde materyalist düşünce ve ona bağlı olarak Marksist, komünist fikriyat çok yaygındı, bu düşüncelerin çok sayıda propagandacısı vardı. Örneğin Kum'da çok fazla sayıda propagandacıları vardı. Hatta Feyziye Medresesinin göbeğindeki gazete satıcısı, ateşli bir Marksist'ti. Her gün birileriyle çatışırdı, çok sayıda kitap, yayın organı vs. yayımlanırdı. Allame Tabatabai işte böyle bir dönemde bu konuda bir şeyler yazmak gerektiğini hissetti.

İşte o sözünü ettiğim gece derslerinde bu konulardan bahsederdi. Tabi o dönemde ben o derslerde yoktum, bundan sonraki derslere katılmıştım. Sizin bahsettiğiniz o kitap da bu gece derslerinin bir ürünüdür. O derslere katılan arkadaşlardan biri merhum Mutahhari idi. Orada diyalektik materyalizmin zayıf noktaları nelerdir diye bir konu açmışlar, daha sonra merhum Mutahhari ona şerh yazdı. O dönemde çok büyük bir etki yaptı. Şu anda o kitaba fazla ilgi olmayabilir ama o dönemde çok etkili bir eserdi.

Allame Tabatabai zamanını tanıyan biriydi, kendi zamanında neyi yapması gerektiğini hissettiyse onu yaptı. O hem fakihti, hem usûlcüydü, hem müfessirdi, hem edebiyatçı; ama ben onun bu çok yönlülüğüyle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum ki felsefeci yönü çok güçlüydü.

O öncelikle tam bir filozoftu. Kelimenin tam anlamıyla özgür düşünce sahibi biriydi. Burada kullandığım özgür düşünce kelimesini öyle rastgele söylenmiş bir söz olarak görmeyin. Bu felsefi özgür düşünceliliği sayesinde her yazdığı, her söylediği derindi.

Yazdıkları çok sağlam düşünsel temellere ve delillere dayanıyordu. Hiçbir taassubu yoktu. Onun tefsirine bakın ne kadar sağlam olduğunu görürsünüz. Bazen toplumsal meselelere dair de görüş belirtirdi ve görüşleri son derece sağlamdı. Çok derin ve çok mütefekkir biriydi. O yaşına ve o felsefi hâkimiyetine rağmen müthiş bir meraka, tecessüse sahipti.

Mesela Henri Corbin'le o toplantıları yaptığı dönemde yaşı oldukça ilerlemişti. Corbin'le yaptığı felsefi toplantılara katılan en genç kişi bendim. Corbin'in İran'daki ikameti yaz mevsimlerine rastlıyor ve hava çok sıcak olurdu. Merhum Allame Tabatabai, Kum'dan Tahran'a otobüsle gelirdi. Perşembe Cuma geceleri ben bilet alırdım ve otobüsle birlikte gelirdik. Ben bazen onun bu sıcakta neden gittiğini, bundan ne yarar sağladığını düşünürdüm. Ama o sahip olduğu merakla…

Laricani: Sorumluluk duygusu?

Üstat Dinani: Hem sorumluluk duygusu ve hem de merak… Batı'da neler olduğunu merak ediyor ve tabi ki sorumluluk da hissediyordu. Ben onunla birlikte geliyordum. Otobüsle geliyorduk. Bahar caddesinde Mecid Tabatabai'nin evinde toplanıyorduk. Toplantı akşam saatlerinde başlar ve gece 12'ye kadar sürerdi, bazen gece yarısından sonraya da sarkardı. Gerçekten çok bereketli bir ömür geçirdi, birçok büyük öğrenci yetiştirdi, çok değerli eserler bıraktı geride. 

Laricani: Üstat buyurduğunuz gibi Allame Tabatabai, özgür düşünceli, zamanını çok iyi bilen ve toplumunun yazgısında, özellikle de o dönemde hâkim olan düşünce ve kültür konusunda sorumluluk hisseden bir şahsiyetti.

Onun eserlerine baktığımız zaman en önemli çabasının dinle felsefenin birbiriyle çelişmediğini göstermek olduğunu görüyoruz. Bu amaçla Ali ve İlahi Felsefe kitabını yazdı. O kitapta şunu söylüyor: Kur'an'ın mantığı, tam bir burhandır ve ilahi hakikatlere ulaşmak insanın bilinci ve istidlali olmadan mümkün değildir. Bundan dolayı ilahi dinle ilahi felsefe arasında zıtlık yoktur.

Zatıâlinizin bahsettiği sıfatlara bir filozofun sahip olması gerekir. Bunun çok daha ötesini Müminlerin Emiri Ali ile özetlerdi. Özgürlükçülük, cesaret, fedakârlık, zamanının şartlarını tanımak, sorumluluk duygusu… Hatta toplumsal ve siyasi meselelere yönelik bir bakışı da var. O, hatta toplumdaki adaletin de buna bağlı olduğunu düşünüyor. Biz Müminlerin Emiri Ali'nin yüce düşüncelerini de bu yaklaşımla görebiliriz. Üstat sorum şu ki, o acaba neden filozofların özelliklerini Müminlerin Emiri Ali'de özetlemişti?

Üstat Dinani: Evet, çok önemli bir soru sordunuz. Sizin de söylediğiniz gibi Allame Tabatabai öncelikle özgür düşünceli bir filozoftu. Elbette her filozof özgür düşünceli olmalıdır. Özgür düşünce sahibi olamayan biri filozof da olamayacaktır. O, sadece bir felsefe taklitçisi olabilir. Allame Tabatabai gerçekten özgür düşünceli biriydi ve gerçek bir filozoftu, Müslüman bir filozoftu.

Sizin de işaret ettiğiniz gibi en büyük arzusu, çabası din ile felsefenin birbiriyle çelişmediğini göstermekti. Siz bu ikisinin birliğini çok rahat bir şekilde söylediniz ve tabi ki ben de bu konuda size katılıyorum. Ama bu konuda biraz daha fazla açıklama yapmak istiyorum. Bu, her Müslüman filozofun arzusu ve çabasıdır.

Bu, sadece Allame Tabatabai'nin değil tüm Müslüman filozofların istediği bir şeydir. Onlar sonuç itibariyle hem Müslümanlar hem de filozof. Farabi'den İbn Sina'ya, Molla Sadra'dan Mir Damad'a, Muhakkik Devani ve Sadr Deşteki vs.'ye kadar… Bunlar büyük Müslüman filozoflardır ve bunların hepsinde bu arzu vardır.

Farabi hiç kuşkusuz çok büyük bir filozoftur; İbn Sina, adeta bir ansiklopedidir. Eserlerini gerçekten bir felsefe ansiklopedisi olarak görmeliyiz. Maalesef bazı eserleri felsefe düşmanlarının eline geçti ve yok oldu, neyse şimdi o konuya girmeyeyim. Bunlar aynı zamanda birer Müslümandır.

Şimdi özgür düşünceli bir filozof ve gerçek bir Müslüman, kendinde bir çelişki görür mü? Bu çok önemli bir meseledir. Filozof ‘iki dosyalı' olamaz. Kullandığım bu ‘iki dosyalı' terimi bana ait bir terimdir. Bunu ben uydurdum, bazı yerlerde işe yarıyor.

Bazıları Müslümandır, mümindir; ama onlarla akli meseleleri konuştuğunuzda akli delillere çok kulak kesilmiyor, gönül vermiyorlar. ‘Bizim bu sözlerle işimiz yok' diyorlar. İyi de yahu siz nasıl Müslümansınız, nasıl inanç sahibisiniz?

Dinin esası tevhide inanmaktır, Allah'ın vahdaniyetidir. Bu vahdaniyetin akli anlamı vardır. Vahdaniyet, Allah'ın sayısal birliği değildir, Hakk'ın hakikatinin birliğidir. Hakk'ın hakikatini bilmek akletmeksizin mümkün değildir. Bunları söylediğinizde onlar ‘hayır bunlar bizi ilgilendirmiyor, biz müminiz bu tür sözlerle işimiz yok' diyorlar. Ben işte bu tür insanların adını ‘iki dosyalı' koydum.

Bir yerde müminler, bir başka yerde ise bazen felsefe de diyorlar ama bununla içsel bir koordinasyon kurmaya yanaşmıyorlar. Yani varlıkları adeta iki parçadır. Ama büyük insanlar, mütefekkir insanlar iki parçalı olamazlar. Eğer filozofsa, eğer istidlal ehliyse, eğer derin akletme sahibiyse dini de derindir. Dini yüzeysel değildir.

Evet, kimi avamdan insanların kendilerine özgü Allah anlayışı vardır. Mesela Mevlana'nın anlattığı ‘Musa ve çoban' kıssasını örnek vereyim. Hz. Musa yolda bir çoban görür. Mevlana bir şiirinde bunu şöyle anlatır:

Musa bir çoban gördü yolda

Allah'a şöyle diyordu

Sen neredesin ben senin uşağın olayım

Çarıklarını dikeyim, saçlarını tarayayım

Fakirlerin Allah Katındaki Makamı

Fakirlerin Allah Katındaki Makamı

Giysilerini yıkayayım, pirelerini öldüreyim

Sana süt getireyim ey muhteşem!

Bu kişi Rabbi karşısında ihlas sahibiydi. Ona aşkla münacaat ediyordu! Ama onun tanrısı büyük bir çobandı gerçekte, ona gelip misafir olacaktı! Koyun sütü içecek, giysileri yıkanacaktı, pireleri yok edilecekti vs. İşte tanrısını bu düzeyde tasvir ediyordu. Elbette bu da bir imandır, ben bunu bir iman olarak görüyorum.

Hz. Musa onu azarladığı zaman Allah tarafından ‘benim kulumu niye uzaklaştırdın, sen buluşturmaya geldin ayırmaya değil' diye kınandı. Bu kişinin tanrı telakkisinde o büyük bir çobandır, yani büyük bir çoban olarak tasvir ediliyor. Ancak Sokrat'ın, İbn Sina'nın tanrısı, çoban değildir. Farabi'nin tanrısı, çoban değil, ‘La yetenahi (sonsuz), vacibu'l vücud, ezeli ve ebedi, tek gerçeklik vb.'dir.

Farabi, İbn Sina, Molla Sadra ve Allame Tabatabai gibi filozoflar iki parça olmak istemezler. Onlar Müslümandır ve inandıkları tanrı makul, yüce ve ‘la yetenahi' olmalıdır. Dolayısıyla doğal olarak kendi dini inancını da makul kılmak istemektedir. Makul kılmak ne demek? Yani istidlalle açıklamaktır, hatta bazen istidlalin de üstünde şuhûd ile…

Bazıları, ‘şuhûd'da akılcılık olmadığını söylerler, biz bu konuyu daha önce sizinle ele almıştık. Ayrıca benim yazdığım üç ciltlik Defter-i Akl be Rivayet-i Aşk (Aşkın Rivayetiyle Akıl Defteri) adlı kitapta şuhûdun da akla aykırı olmadığını anlatmaya çalıştım. Şuhûd da sonuç itibariyle bir idrak ve kavramadır. Kavramak ise akıl olmadan asla mümkün değildir. Sonuç olarak eğer insan tek bir şahsiyetse, iki parçalı değilse Müslüman bir filozofun doğal olarak dini inancını, imanını, Müslümanlığını makul kılmaya çalışacağını, makul görmek isteyeceğini söylememiz gerekir. Bu özellik tüm Müslüman filozoflarda ve doğal olarak Allame Tabatabai'de de vardı.

Allame Tabatabai, bir filozoftu ve gerçek bir Müslümandı, gerçek bir Şiiydi. Bırakın farzları ben onun müstehapları bile terk ettiğini görmedim. Bunun yanında düşünce ve akıl ehli biriydi. O, konuştuğumuz tüm usûli, itikadi ve dini meselelerde müthiş akli deliller getirirdi. Kavrayışı akliydi, açıklamaları son derece akılcıydı. Belki bazı oturumlarda birçok görüşünü açıklayamıyordu ama yaptığımız o gece derslerinde bunları söz konusu ediyordu, biz de gerçekten ondan istifade ediyorduk. Doğal olarak o dini ile felsefesi arasında bir tezat görmüyordu.

Laricani: Çok güzel bir noktaya işaret ettiniz. İnsan onların hayatlarına baktığı zaman en akılcı olanın aynı zamanda en arifleri olduğunu görüyor. İbn Sina sonuçta nereye vardı? Molla Sadra hatta Gazali bile…

Üstat Dinani: Sayın Laricani ben yazdığım üç ciltlik ve yaklaşık bin sayfalık kitapta birçoğunun kabul etmeyeceği bir iddia ortaya attım. Ben en akılcı insanların arifler olduğunu düşünüyorum. Bazıları ariflerin aklın düşmanı olduğunu düşünüyor. Ben ise dünyanın en akılcı, en rasyonel insanlarının arifler olduğu fikrindeyim.

Mesela kimileri kendilerince Mevlana'nın akıl karşıtı olduğunu ispat için “Pay-i istidlaliyan çubin buved” (İstidlalcilerin, akli delil getirenlerin ayağı odundandır) mısrasını delil gösterirler. Hâlbuki bu mısra öncesi ve sonrası ile dikkate alındığında bunun kendisinin bizatihi bir kıyas ve istidlal olduğu anlaşılır. Çünkü bir sonraki mısrada “Pay-i çubin saht bi temkin buved” (Odundan yapılma ayak sağlam değildir) diyor. Yani istidlalcilerin ayağı odundandır, odun ayak sağlam değildir, o halde istidlalcilerin dayanakları sağlam değildir diyerek bir kıyas ve istidlal yapıyor.

Mevlana'nın aklı öven, aklı yücelten birçok şiirini görmezden gelirler. Mesela, “İn cehan yek fikretest ez akl-ı kull” (bu dünya tümel aklın bir fikridir) veya “Akl ra mefruş cu ber du kovn” (Arpa kadar dahi olsa aklı dünyaya satma, küçücük dahi olsa aklı dünyalara değişme) gibi mısralarını okumuyorlar.

Mevlana'nın aklı yücelten birçok şiiri var. Hatta adeta bir sarhoşluk halinde yazılmış gibi duran Divan-ı Şems bile akılcılıkla doludur. Başka bir fırsatta ben bunları çıkarır ve Mevlana'nın hatta Attar'ın ve Baba Tahir'in şiirlerinde akılcılığın adeta dalgalandığını gösteririm. Bu nedenle ben dünyanın en akılcı insanlarının arifler olduğu sözümde ısrarcıyım. Çünkü onlar aklı hisarlardan dışarı çıkarıyorlar.

İnsanlar akıllarını hisarlara hapsediyor. İktisadi akla, siyasi akla, hesap aklına, maaş aklına hapsediyorlar. Elbette bunların hepsi akıldır; ama akıl bu sınırlılıkta mahpus kalmıyor. Akıl bu aşamaların hepsinin üstüne çıkıyor ve durmuyor. Arifler işte bu akılla süluk ediyorlar. Süluk aklın işidir, akıl olmadan süluk olmaz. Arifin süluku, aklın değişimidir. Yoksa sülukun hiçbir anlamı yoktur. Süluk etmek, seyr-u sefer etmek demektir, bu seyir ve hareket tefekkürledir, ayakla değildir. Arifin seyri ve süluku tefekkürü, teemmülü ve teakkuludur (akletmesi).

Laricani: Allame Tabatabai bir şiirinde şöyle diyor:

Hemi guyem o goftem barha

Buved kiş-i men mehr-i dildarha

Perestiş be mestist der kiş-i mehr

Burunend zin zerge hoşyarha

Hep söylerim söyledim defalarca

Benim dinim âşıkların sevgisidir

Aşk dininde tapınmak sarhoşluğadır

Ayık olanlar bu zümrenin dışındadır.

Üstat Dinani: “Sarhoşluğa tapınmak”; merhum Allame Tabatabai'nin çok güzel ve şairane bir ifadesidir. Ben bir yerde demiştim ki aklın da sarhoşluğu vardır. Akıl eğer âşık olmazsa durur. Aşk akla aittir. Aşk eğer akıl olmadan sadece nefsaniyete ait olursa çok kötü ve kerihtir. İster mecazi isterse hakiki aşk olsun eğer aşkta dirayet bulunmaz ve nefsaniyet olursa böylesi bir aşk çok müptezel ve kötüdür. Dolayısıyla müteali (yüce) aşkta dirayet ve aşkınlık vardır. Ben bunu bir yerde ‘aklın sarhoşluğu' olarak ifade ettim. Akıl da sarhoş olur ve bunun hiçbir sakıncası da yoktur. Akıl, durmaz, her zaman süluk ve hareket halindedir. (Akıl, âşık olmasaydı yerinde sayardı.)

Laricani: Üstat, konu, çok güzel bir yere geldi. Ariflerimiz akli oldukları ölçüde akılları kutsi sahaya daha da yaklaşıyor ve daha arif oluyorlar. Bu çok güzel bir neticedir. Biz bunu Allame'nin hayatında görüyoruz. Allame Tabatabai, Risaletu'l-Vilayet kitabında kelâmcıların hatta bazı Şii kelâmcıların aksine imameti, riyaset veya toplumsal-siyasal yöneticilik makamının çok üstünde görür. Yani buradaki imamet hem toplumsal ve siyasi liderlik, hem de gönüllerin liderliği olabilir. Allame Tabatabai, bu şekilde velayet konusunda güzel bir alan açıyor.

Şimdi sorum şudur: Bizim irfanda tanımladığımız velayet, yani irfanın cevheri olarak gördüğümüz velayet, Allame Tabatabai'ye göre imametle aynı olabilir mi? Siz bu soruya kısaca bir giriş yapın inşallah daha sonraki programda bu konuyu biraz daha geniş bir şekilde ele alalım.

Üstat Dinani: Evet önemli bir meseleyi gündeme getirdiniz. Daha önce de söylediğimiz gibi Allame Tabatabai, hem filozof hem de arifti. Teorik ve pratik olarak süluk ehliydi.

Bakınız imamet ve velayet bir esasa dayalıdır. Bu son derece önemli olan esas ise ‘insan-ı kâmil'dir. Biz eğer bu teoriye yani ‘insan-ı kâmil' esasına, temeline sahip olmazsak insanlık tarihinin, hatta dinlerin çok şekilsel kalacağını görürüz. Yani dinler bile bir şekle dönüşür. Tüm ilahi dinlerin esası ‘kemâl'dir, hiç ayrımsız tüm ilahi dinler kemâle davet eder, insan-ı kâmile davet eder. İnsan-ı kâmil gerçekleşmeyecek bir varsayım değildir. İnsan-ı kâmil gerçekleşmiş, tahakkuk etmiştir, eğer aksi olsaydı âlem vücuda gelmezdi. Hiçbir dönem de ‘insan-ı kâmil'siz olamaz. Dolayısıyla insan-ı kâmil her dönemde var oldu…

Demek istiyorum ki sizin işaret ettiğiniz o velayet insan-ı kâmildir ve ilahi dinlerin esası da o kâmil velayete ulaşmaktır. Yani insan bu hedefe doğru hareket etmelidir. Peygamberlerin insan hayatı için getirdiği öğretiler, emirler, insanı o hedefe yöneltmek içindir. Peygamberliğin arkasında işte o mutlak velayet ve insan-ı kâmil gerçeği vardır.

Laricani: Çok teşekkürler üstat, programımızın süresi doldu; izin verirseniz bahsimize bir sonraki programda devam edelim. 

 

2. Bölüm

 Selam aziz seyirciler, Allame Tabatabai'nin şahsiyeti ve düşünceleri ile ilgili programımıza Sayın Üstat İbrahimi Dinani ile birlikte devam ediyoruz.

Programımızın önceki bölümünü takip edenler hatırlayacaktır, üstada Allame Tabatabai'nin Risaletu'l-Velayet adlı kitabından hareketle velayet hakkında soru sormuştuk.

Üstat, sizin de buyurduğunuz gibi Allame Tabatabai'nin velayet konusuyla ilgili görüşlerine baktığımızda görüyoruz ki Allah'ın velisinin halkın toplumsal ve siyasi liderliğini üstlenmiş olmasına ilaveten Allame Tabatabai'nin daha çok marifet bilgisi üzerinde durduğunu görüyoruz. O, özellikle de el-Mizan adlı tefsirinde bir masum bir de masum olmayan şuhûddan bahseder. Masum şuhûd, hataya açık değildir, son derece berraktır.

Allame Tabatabai, “İblis, ‘Senin izzetine andolsun ki, içlerinden muhles kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım' dedi.'' (Sad Suresi: 82-83) ayetine dayanarak şeytanın her ne yaparsa yapsın Allah'ın muhles olan kullarına ulaşamayacağını ve buradaki ‘muhles' makamının da Ehlibeyt olduğunu söylüyor.   Görüldüğü gibi Ehlibeyt'le ilgili olarak son derece latif bir bakış açısı var.

Yani demek istiyor ki eğer biz marifeti bu berrak kaynaktan alırsak onun içinde hiçbir hata ve şüphe yoktur. Bundan daha da güzel olanı bu alana varacak olanı muttaki akıl olarak görüyor. Aklı şaibeden uzak ve temiz görüyor. Allame Tabatabai, bu konuda Molla Sadra'dan ve İbn Sina'dan da deliller getiriyor. Üstat sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim.

Önemli bir noktaya işaret ettiniz. Velayette marifet bilgisi boyutu çok önemlidir. Velayetin esası, bir anlamda marifettir. Aslında belki de yaratılışın sırrı marifettir. Marifete daha fazla dikkat etmeliyiz, yaratılışın sırrı marifettir.

İbn-i Abbas'tan bugünkülere kadar tüm müfessirler, ‘'Biz insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım'' ayetindeki ‘illa li yabudun' (bana ibadet etsinler diye) ifadesini ‘illa li yarifun' (tanısınlar, bilsinler diye) şeklinde tefsir etmiştir.

Ayette ‘yabudun' yani ‘ibadet etsinler' kelimesi geçiyor; peki müfessirler neden buradaki ‘yabudun' kelimesine ‘yarifun' yani tanısınlar anlamı vermiş ve ‘ibadeti' ‘marifet' olarak tefsir etmişler? Çünkü marifet olmadan ibadet olmaz.

İçinde marifet olmadığı halde ibadetin olabileceğini tasavvur edebilir misiniz? Marifetsiz ibadet, ibadet değildir. Bir şekilden başka bir şey değildir. Sadece şekilsel olan şeye de ibadet denmez. İbadetin özü marifettir; eğer marifet esasına dayanmıyorsa ibadet değildir. Dolayısıyla Allah ibadet etsinler derken tanısınlar, bilsinler diyerek marifete çağırıyor.

Yaratılışın esası marifettir. Peki neyin marifeti? Hakk'ın marifeti, hakikatin marifeti… Hakkın marifetinin yolu ve hakikate ulaşmak nedir? Bunun yolu bir taneden fazla değildir.

Siz ismet makamına işaret ettiğiniz için ben Kur'an'dan başlayarak bu makama değinmek istiyorum. Eğer yaratılışın esası marifet-i Hak ise yani Hakk'ı tanımaksa, Allah kendini tanımak istemiştir ve biz de Allah'ı tanımak istiyoruz. Yani Allah da aslında kendini tanımak istemiştir, kendi zuhurunu görmek istemiştir. Kendini kendine aşikâr kılmak istemiştir. Neden yaratmıştır, çünkü kendini yaratma aynasında görmek istemiştir. Kendini görmek, müşahede etmek istemiştir. Kendi cemâlini görmek dilemiştir. Yaratma işini kendini görmek için yapmıştır.

Dolayısıyla yaratılışın esası marifettir yani Hakk'ı tanımaktır. Hakk'ı tanımanın yolu tek bir şeyden başkası değildir. Bu çok önemli bir meseledir, Kur'an ayetlerinde de ariflerin bahislerinde de bu nokta ısrarla vurgulanmıştır. Allah'ı tanımanın tek yolu, nefsi tanımaktır. İnsan eğer kendini tanımazsa asla Hakk'ı tanımaya yol bulamaz.

Âlemin tüm zerrelerini tahlil edip tanımış olsanız bile eğer kendinizi tanımıyorsanız Hak Teâla'yı tanıma yoluna ulaşamazsınız. Bu, çok temel bir meseledir ve buna çok fazla dikkat edilmemiştir. “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbeh.” (Nefsini bilen Rabbini bilir.) Evet bazıları bunun hadis olarak nakledildiğini ama senedinin olmadığını söylüyor.

Birincisi, senedi bulunmuştur; ama farz edelim ki senedi olmasın. Senedi olmasa dahi bu cümle Kur'anî bir cümledir. Neden Kur'anî bir cümledir? Çünkü bu cümle Kur'an'daki bir ayetin ‘aks-i nakiz'idir.

Bildiğiniz gibi mantıkta eğer bir cümledeki anlam doğruysa onun aks-i nakizi de doğrudur. Zorunlu olarak doğrudur. “Nefsini tanıyan Rabbini tanır” cümlesi, Kur'an-ı Kerim'de geçen bir ayetin aks-i nakizidir.

Kur'an-ı Kerim ne diyor? Diyor ki: “Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” (Haşr:19) Bu, Kur'an ayetidir, mantıken bunun aks-i nakizi ne oluyor peki?

Laricani: Kendini tanımayan Allah'ı da tanımaz.

Üstat Dinani: Evet, kendini tanımayan Hak Teâla'yı da tanımaz. Dolayısıyla daha önce de dediğim gibi bu cümlenin senedi olmasa dahi, Kur'an'dan dolayı muteberdir. İşte bu sebeple Hak Tebarek ve Teâla'yı tanımak, insanın kendisini tanımasıdır. Bu cümleyi evliya da enbiya da söylemiştir, tüm semavi kitaplar bunu vurgulamıştır.

Hatta felsefenin babası sayılan büyük filozof Sokrates'in üzerinde çok durduğu ve vurguladığı tek bir cümlesi vardır: “Kendini tanı.” O, insan nedir demiyor. Aristo, insanı “konuşan hayvan” diye tarif etmiştir. Sokrates, insanı konuşan hayvan olarak tarif etmemiştir. Bu tarifte sorun olabilir. İnsana dair yaptığımız her tarifte sorun olabilir.

Sokrates “kendini tanı” demiştir. ‘Kendilik', insan kavramının dışında bir şeydir. ‘Kendi' kavramı, sizin insana dair yaptığınız genel tanımdan çok daha özeldir. Tümel bir kavram olarak insan vardır; ama ‘kendi' farklıdır. ‘Kendi' kelimesini tanımak lazım. Tüm semavi kitaplar, “kendini tanı” ifadesini vurgulamıştır.

Şimdi soru şudur: Kendini nasıl tanımak gerekir. Kendini tanımak, “ben kendim tanıyan olmalıyım” ve “ben kendim tanınmalıyım” demektir. Kendim, kendimi tanımalıyım. O halde hem tanıyan benim, hem de tanınması gereken ben.

Bazıları kendini tanımanın “ben kaç hücreden oluşuyorum, bedenim neden oluşmuştur” gibi sorularla mümkün olacağını sanıyor, kendini tanımayı böyle yorumluyorlar. Bu tamamen yanlıştır. Yani yanlış derken, önemli değil demek istemiyorum. İnsanın bedeni ilginçliklerle doludur; ama karıncanın bedeninin ilginçlikleri de belki insanınkinden daha az değildir. Biyolojik açıdan insanın yaratılışı ile karıncanın yaratılışı belli bir ölçüye sahiptir. İnsanın yaratılışı kadar karıncanınki de inceliklerle ve ilginçliklerle doludur.

Öyleyse “kendini tanı”dan maksat sadece bedenini tanımaktan ibaret olarak biyolojik yapısını bilmek değildir. Kendini tanımaktan ‘kendi' kavramını kastediyoruz ve bunu ‘nefis' diye tabir ediyoruz. Arapçada bu kelimenin karşılığında ‘nefis' kelimesi kullanılır.

Peki, kendini nasıl tanımak gerekir? Acaba bu tanıma husûlî ilimle olabilir mi? Batılı filozoflardan biri şu cümleyi söylemişti ve bununla kendini tanımanın ne anlama geldiğini bilmediği anlaşılmıştı. O demişti ki “Sokrat'ın kendini tanı sözü elde edilmişin elde edilmesidir ki bu da imkânsızdır. Çünkü insan sadece kendinden başkasını tanıyamaz. İnsan her neyi tanırsa tanısın kendinden başka hiçbir şeyi tanımaz. O halde kendini tanı demekte ısrar etmenin ne anlamı var?''

Hâlbuki o şunun farkında değil. İnsanın ilm-i husûlî ile kendi kendini tanıyamayacağını bilmesi de bir çeşit kendini tanımaktır. Ben kendimde bir surete sahip değilim. Benim kendime ait tasvir ettiğim her suret, benim suretimdir; ‘kendim' değildir. Benim suretim ben miyim yoksa benim suretim midir? Ben kendimi tasvir ettiğimde yaptığım şey ben miyim yoksa benim tasvirim midir? Benim tasvirim benden farklı bir şeydir. İşte o ‘ben'e ulaşmak gerekir.

Laricani: Bu, elde edilecek bir şey değildir.

Üstat Dinani: Hem elde edilebilecek bir şey değildir; hem de elde edilebilecek bir şeydir. İlm-i husûlî ile elde edilebilecek bir şey değildir. İşte burada biz felsefeden irfana gidiyoruz. İşte burada ‘husul'dan ‘huzur'a gidiyoruz. İşte burada ‘iktisab'dan ‘şuhûd'a, ‘iktisab'dan ‘fıtrat'a gidiyoruz. Yani ‘huzur'a gitmemiz gerekiyor. O gerçek ‘ben', aslında ‘mutlak ben'dir ve diğer ‘ben'ler o ‘ben'in taayyunâtıdır (tezahürleri, mertebeleridir). Çünkü ben, her an bir ‘ben'im. Ben, birçok ‘ben'lerden oluşuyorum. Ben, ömrüm boyunca binlerce ‘ben'im.

Mevlana Celaleddin-i Belhi'nin dediği gibi. Ben Mevlana Celaleddin Rumi demiyorum, her zaman Mevlana Celaleddin Belhi diyorum. Siz de her zaman Belhi deyin. Mevlana diyor ki:

Zin du hezaran men u mayi eceba, men çi menem

Guş beneh erbede ra dest meneh ber dehenem

İki binlerce ben ve bizden acaba ben hangi benim

Feryada kulak ver ağzıma el koyma

İşte o ‘ben'i tanımak Hak Tebarek ve Teâla'yı tanımaktır. Eğer o ‘huzuri ben' yoluyla o kendi ‘ben'ine vakıf olursa, suret şeklinde değil, vukuf şeklinde ‘huzur'a ulaşırsa işte bu Hak Teâla'yı tanımanın yoludur. Suret önemli değil demiyorum, suret de kendi yerinde önemlidir. Ama bu sureti aşıp ‘husul'den ‘huzur'a ulaşmak gerekir.

İşte bu Hak Tebarek ve Teâla'yı tanımanın yoludur. Eğer bu tanıma gerçekleşirse ve bu huzur hâsıl olursa işte bu, “insan-ı kâmil” makamıdır. İşte bu insan-kâmil de sizin işaret ettiğiniz velayet makamıdır. Bu ise Hak Tebarek ve Teâla'nın “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” diye işaret ettiği marifet yani tanımadır. Yani insan işte bu marifete ulaşmalıdır.

Laricani: Evet çok güzel bir bahis oldu. Alame Tabatabai, “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti'' ayetiyle ilgili olarak şu sonuca varıyor: Bizim Allah'a dair ilmimiz, kendi nefsimize dair ilmimizin mukaddimesidir. Yani Allah'ı bilmemiz kendimizi bilmemizin öncülüdür. (Önce Allah'ı, sonra kendimizi biliyoruz, bunu kavramsal olarak kabul ya da fark etmesek de).  

Üstat Dinani: Çok önemli bir meseleyi dillendirdiniz. Allah'a dair ilmimiz kendimize dair ilmimizi sağlıyor; ama bizim Allah'a dair ilmi bulmamız gerekir. Yani Allah'ı bilecek olan benim. Bu ‘ben', hem aynadır hem de hicaptır (perdedir). Eğer ben enâniyetle bakıyorsam, Allah'ı göz ardı ederek kendi kendime bakıyorsam, bu aşılmaz bir hicaptır. Bu, dağdan daha aşılmaz bir hicaptır. Artık bunu aşmak mümkün değildir, yani firavunluktur. Eğer ‘ben'i Hak Teâlâ'sız bir şekilde görüyorsam bu, ebediyen aşılmaz bir hicabın ötesinde kalmaktır. Ama eğer bu ‘ben' bir ayna ise orada Hak'tan başka bir şey gözükmez. Dolayısıyla ben kendi aynama baktığımda Hak Teâla'yı görürüm.

İzin verirseniz bizim şarkıcılarımızın da okuduğu Mevlana'ya ait bir şiiri örnek vereyim. Tüm İran halkı bu şiiri defalarca duymuştur, radyo ve televizyonda sürekli olarak yayımlanıyor. Şimdi yeri gelmişken bu şiiri okumak istiyorum.

Ayine-yi reng-i to eks-i kesi est

To ez heme reng coda budei.

Senin renginin aynası birinin yansımasıdır

Sen her renkten ayrı idin.

Yani sen o kadar saf ve netsin ki adeta bir aynasın, eğer Hak Teâla dışında her şeyden saflaşmışsan sende yalnızca Hak Teâla yansır.

Laricani: Bundan daha güzelini Hafız demiş:

Merdum-i dide-yi ma gayr-i to ra nazır nist (Göz bebeğimiz senden başkasını görmez)

Üstat Dinani: Evet, aynen… Madem Hafız'dan bahsettiniz bir şiir de Hafız'dan okuyayım:

Mera be kar-ı cehan hergiz iltifat ne bud

Ruh-i to der nezerem in çunin hoşeş arast.

Benden asla dünyaya iltifat olmaz

Öylesine güzeldir ki gözüm hep senin yüzündedir.

Yani ben ayna olur, Hak Teâlâ dışında kalan her şeyden arınır tertemiz olursam, bu ayna Hakk'ı gösterir. Paslanmış olan ve Hak'tan başkası ile meşgul olan ‘ben' ise aşılması mümkün olmayan bir hicaptır. İzin verirseniz yeri gelmişken Mevlana'dan bir şiir daha okuyayım.

Ba to divar est o ba işan der est

Ba to seng o ba ezizan govher est.

Seninle duvardır, onunla kapıdır

Seninle taştır, sevgili ile mücevherdir.

Yani kimi insanlar adeta duvar gibidir, çelik bir duvar gibi. Bazıları ise kapı gibidir. Eğer karşımızdaki kapı kilitli olursa tıpkı bir duvar gibi olur, duvardan farkı kalmaz. Ama eğer ben kilidi açmasını bilirsem kapıdan geçebilirim. Eğer ‘kendi' enâniyet sahibi olmazsa kapıdır, oradan geçebilir ve Hak Teâlâ'ya ulaşır. Ama eğer enâniyet sahibi olursa, Hak Teâla'dan başkasıyla meşgul olursa, çelik bir duvar gibidir, içinden geçmek mümkün değildir. Dolayısıyla ‘ben' kelimesi çok inceliklidir; ‘kendi' kelimesi çok derindir. İrfanın beyni işte burasıdır. Yani kendini tanımak doğru olmalıdır.

Laricani: Emirü'l-Müminin İmam Ali (a.s.) de şöyle buyuruyor: “El âlimu arefe kadreh.” (Âlim, kendi kadrini, hakikatini bilir.)

Üstat Dinani: Eğer kendini tanırsa Hakk'ı da tanır, eğer kendi kadrini tanımazsa Hakk'ı da tanımaz. İşte Firavun'un ‘ben'i ile Hallac'ın ‘ben'inin farklılaştığı yer burasıdır. Firavun da enâniyetiyle bir ‘ben'e sahipti. “Ben sizin rabbinizim” diyordu. Onunki enâniyetti ve ebedi bir hicaptı. Ama bir de Hallac'ın “Ene'l Hakk”ı var. Hallac'ın “ben Hakk'ım” demesiyle Firavun'un “Ben sizin rabbinizim” demesi arasında çok fark var. Yeri gelmişken bunu da Mevlana'dan bir beyitle açıklayalım.

Mansur gibi ene'l Hak dedi ve kurtuldu

Firavun gibi ene'l Hak dedi ve alçaldı.

Evet, enâniyet çok ince bir noktadır. Hem kalın bir hicap olabilir, hem de marifete ulaşmanın yolu.

Laricani: Allame Tabatabai, burada velayet ve vahiy konusunu açıyor. O vahiy için bu marifetin tamamlanmasını zaruri görüyor. Buna delil olarak da İbn Sina'nın bir sözüne işaret ediyor. İbn Sina kitabının (el-İşârât ve'l-Tenbihât) 9. bölümünde geçen bu sözde vahiy ve nübüvvetin zorunluluğunu ariflerin makamı olarak ortaya koyuyor. Molla Sadra'dan getirdiği delil de çok güzel. Siz de Sühreverdi ile ilgili kitabınızda “Suretleri idrak ile kendini bilme gerçekleşmez” başlığı altında bunu açıklamışsınız. Allame Tabatabai diyor ki tüm insanların Allah'a dair basit idraki fıtridir.

Üstat Dinani: Burada derya sıfatlılık gündeme geliyor. Molla Sadra'nın işaret ettiği bu konu, bizim birçok ariflerimizin değindiği, Allame Tabatabai'nin de açıkladığı bir konudur. Marifet-i Hakk yani Hak Teâlâ'yı tanımak fıtridir. İnsan, Hak Teâlâ'nın zatına karşı fıtri marifete yani bilgiye sahiptir; bir de o bilgiye dair bilgiye sahiptir. Eğer o fıtri bilgisini bilirse ona “bilmeyi bilmek” denir. O zaman idrak mükemmel olur. Ama eğer bilmezse yeterli olmaz.

Molla Sadra bunu ‘ilm-i basit' ve ‘ilm-i mürekkeb' diye adlandırarak açıklıyor. Hak Teâlâ'ya dair o fıtri bilgi, ‘ilm-i basit'tir. Diyor ki bu önemli değil, tüm varlıklar fıtri bilgiye sahiptir; sadece insan değil. Molla Sadra bu konuda çok önemli bir şey söylüyor: “İnsanlarda mükellefiyetin ekseni ilm-i mürekkebdir” diyor.

Peygamberler geldiklerinde insanları o fıtri ilme davet etmediler. O, zaten var. Peygamberler, insanları bu ‘ilm-i mürekkeb'e davet ettiler. Yani “Hak Teâlâ'yı bildiğinizi bilin.” Fıtri ilimle akıl zaten biliyor. Ama bildiğini de bilmesi gerekiyor ki ‘bu ilm-i mürekkeb'dir.

Molla Sadra'nın ‘ilm-i mürekkeb' diye adlandırdığı bu konuyla ilgili olarak, ismini vermeyeceğim ariflerden biri “Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız” ayetindeki “la tefkahune” ifadesini “la yefkahune” şeklinde okumaktadır.

Elbette bu şekilde okuma da yedi kıraatten biridir ve bu şekilde okumak da doğru olabilir. Bu durumda ayetin anlamı “Siz onların tesbihlerini bilmezsiniz” değil, “Allah'ı tesbih eden o varlıklar, Allah'ı tesbih ettiklerini bilmezler” şeklinde olur.

Demin söylediğimiz konuyla ilgili olarak söylersek “bildiklerini bilmiyorlar.” Yani çoğunlukla fıtri olarak tesbih ederler; ama ‘ilm-i mürekkeb' dediğimiz o ikincisine sahip değiller. “Bildiğini bilmek” şeklindeki “mürekkeb ilim” evliyanın, ariflerin, filozofların, insan-ı kâmillerin nasibidir.

Yani Hak Teâlâ'yı bildiklerini bilmeleri gerekir. Hak Teâlâ'yı biliyorlar; bununla birlikte bildiklerini bilmiyorlarsa bu “cehl-i basittir”; ama bundan daha güçlü olanı bir kişinin bilmemesi ve bilmediğini de bilmemesidir. Buna da “cehl-i mürekkeb” denir.

“Cehl-i mürekkeb” olduğu gibi “ilm-i mürekkeb” de vardır. İlm-i mürekkeb ise Hak Teâlâ'yı bilen ve bildiğini de bilen kimsenin ilmidir. Bir kişi eğer cehl-i mürekkeb içindeyse yani hem bilmiyor hem de bilmediğini bilmiyorsa bu, artık tedavi edilemeyecek bir hastalıktır.

Hz. Mesih (a.s.) doğuştan kör olanlara şifa verdi. Cüzzamlı hastalara şifa verdi; ama batını kör olanlardan yani cehl-i mürekkeb içinde olan insanlardan dolayı çöllere kaçtı. Ona dediler ki “Ey Allah'ın elçisi, sen körlere şifa verdin. Bu batını kör olanlara da şifa ver, bu cahillerin cahilliğini de gider.” Hz. Mesih dedi ki “o belaydı, bu ise ibtiladır.” Yani bu olacak bir şey değil.

Cehl-i mürekkeb sahibi insan bencil olduğu için ve bilmiyor olmasına rağmen bilmediğini de kabul etmediği için tedavi edilemez. Basit cahillik hiç sorun değildir, kolayca ortadan kaldırılabilir. Bilmediğini öğrenebilir. Tehlikeli olan bilmeyen ve bilmediğini de kabul etmek istemeyen insanın cehaletidir.

Laricani: Allame Tabatabai, tüm eserlerinde Ehlibeyt'e büyük bir bağlılık gösteriyor. Acaba bundan felsefi marifetin, irfani marifetin kısaca her türlü marifetin bu halka olmadan elde edilemeyeceği sonucunu çıkarabilir miyiz?

Üstat Dinani: Merhum Allame Tabatabai buyurduğunuz gibi Ehlibeyt'e çok bağlıydı. Ehlibeyt'e bağlanmak gerektiği konusundaki rivayetler oldukça fazladır. Kur'an o evde nazil olduğu için Kur'an'ın tefsirini de en iyi Ehlibeyt'in bileceği İslam âlimleri tarafından da söylenir.

Bakınız Kur'an'ın bir zahiri bir de batını vardır. Kur'an'ın zahirini, Arapça bilen herkes anlayabilir. Ama Kur'an'ın bir da batını vardır, hatta o batının da batını vardır. Nitekim bazı rivayetlerde bu batınların sayısı yedi olarak verilir. Buradaki yedi çokluğu ifade etmek içindir. Kur'an'ın batınına yol bulmak herkesin işi değildir.

Kur'an'ın zahirini herkes anlar. Elbette bu bir hüccettir ve bizim usûl âlimlerimiz Kur'an'ın zahirini hüccet olarak kabul etmektedir. Bazıları Kur'an'ın zahirinin hüccet olduğunu reddetse de şu an ben o konuya girecek değilim. Âlimlerimizin fakihlerimizin büyük çoğunluğu zahirin hüccet olduğuna inanırlar. Tüm insanlar Kur'an'ı okuyabilir, anlayabilir, ondan deliller çıkarır, bunda hiçbir sakınca yok.

Allame Tabatabai'nin daha çok üstünde durduğu şey ise batındır, batını da veli anlıyor. Yani Müminlerin Emiri (a.s.), Masum Evliya (a.s.) ve o halkaya bağlanmış olan diğer insanlar… Bir başka ifadeyle ve daha kapsamlı olarak söyleyecek olursak batın ehli olup da batını anlayabilenler… Çünkü ehli olmayanların batına ulaşacak yolu yoktur.

Her insanda batın olabilir; ama bazı insanlarda o batın uyanmamıştır, uyumaktadır. İnsanın içindeki her bir batın uyandığı ve aydınlandığı ölçüde Kur'an'ın batını ile temas kurabilir.  

Bahsini ettiğiniz velayet budur, velayet yani batındır. Siz batına yaklaştıkça Kur'an'ın batıni maarifine yaklaşmış olursunuz. Ama Allame Tabatabai'nin ve diğer ariflerin de dediği gibi batın ehli olmayanların Kur'an'ın batınına ulaşabilecekleri bir yolları yoktur. Onların Kur'an'dan, zahirden başka bir nasipleri yoktur. Tek nasipleri zahirdir. Eğer kafirse zaten hiç nasibi yoktur, eğer Müslümansa sadece zahirden nasibi vardır. Ama batını aydınlandığı ölçüde Kur'an'ın sonsuz maarifine yol bulabilir.

Laricani: Üstat Mutahhari'nin Allame Tabatabai'nin Ehlibeyt'e olan sevgisi ile ilgili bir hatırası var. Merhum Mutahhari, yazılı eserlerinde veya konuşmalarında Allame Tabatabai'nin ismini andığı zaman “Ruhum ona feda olsun” derdi. Ona, “Allame Tabatabai'ye bu kadar sevgi göstermenin sebebi nedir?” diye sorduklarında diyor ki “Benim ona olan sevgim onun bir filozof olmasından ya da büyük bir Kur'an müfessiri olmasından dolayı değildir. Benim ona yönelik sevgim Ehlibeyt'e olan aşkı dolayısıyladır. O, her ne kazanmışsa velayet sahasından kazanmıştır.”

Allame Tabatabai ile ilgili olarak onun öğrencilerinin anlattığı bu şeyler örnek verilmeye değerdir. Buradan onun şefaat ile ilgili bahsine geçmek istiyorum. Bugünlerde bu konuda şüpheler ortaya konuyor. Mesela deniyor ki “İnsan Allah'la doğrudan irtibat kurabilir, siz insanları neden şefaatçi yapıyorsunuz. Bu şirktir.” Bazıları sırf bundan dolayı şefaate inananları şirke düşmekle suçluyor. Allame Tabatabai'nin Ehlibeyt'e tevessül ve şefaatle ilgili düşünceleri buna cevap konusunda bize ne ölçüde yardımcı olabilir?

Üstat Dinani: Bakınız, şefaat konusunda bu söylediklerinizi söyleyenler, şefaat meselesini anlamayan kişilerdir. Demin de söylediğimiz gibi zahir ehli olan kimseler, Allah'a ulaşmanın yolunun husuli ilimle ve fikri tasavvurlarla olduğunu düşünüyorlar. “Biz zaten O'nu tasavvur ediyoruz, şefaatin anlamı yoktur” diyorlar.

Daha önce de arz ettiğimiz gibi Hak Teâlâ'ya ulaştıran yol batındır. O batının da batını vardır ve herkes o batına ulaşacak yol bulamaz. O yolu bulsa da batının aşamaları vardır. Evliyadan öyle kimseler vardır ki batında sonuna kadar gitmişlerdir. Mümkün olabilecek en sona kadar gitmişlerdir. “Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ” (İki yay kadar kaldı araları yahut daha da yakın.) (Necm Suresi:9. ayet) “Kab-ı kavseyn”e kadar gitmişlerdir.

“Kâbe kavseyn” Kur'an'da geçen müthiş bir kelimedir. İki yay (kavis) anlamına gelen ‘kavseyn' nüzul (iniş) ve suud (yükseliş) kavisleridir. Bu iniş ve yükseliş kavisleri varlık dairesinde tamamlanır. Varlık dairesi derken de bu dairenin üstünde bir şeye sahip değiliz.  

Ayet-i kerime'de “ev ednâ” (yahut daha da yakın) ifadesi geçiyor. Bu, çok müthiş bir ifadedir. Burada “yakın” olan Hz. Peygamber'dir. “Ev ednâ” ile bu nüzul ve suud kavislerinden daha yakın ve yüksek olduğu anlatılıyor.

Bu, yani bir insanın batında gidebilme imkanına sahip olacağı en ileri noktadır. Mirac, Hatemu'l Enbiya'nın (s.a.a.) batıni seyridir. Bunu derken ben bunun zahirde olmadığını söylemiyorum, ancak daha çok batın söz konusudur. Bu yola herkes gidemiyor. Eğer zahirci bir insansa Allah'ı kendi tasavvur ettiği gibi bilir. O, kendi tasavvurunda yarattığı bir tanrıya sahiptir.

Eğer batına yol bulan bir insan ise o da yolun tamamını gidemiyor. Batının her merhalesine gidemiyor. Şefaat kelimesi “şef'” kelimesindendir. Şef' kelimesi, iki şeyin buluşması, eşleşmesi demektir. Şef' olmak bir şeyin bir şeye ilişik hale gelmesi, bağlanması demektir. Yani süluk eden, batın yolunda ilerleyen bir insan, o batın yolunun sonuna kadar giden birine vasıl oluyor, bağlantı kuruyor.

Bu bağlanma sayesinde ilerlemek kolaylaşıyor. Eğer ona bağlanmasaydı o yolda gidemezdi. Şefaat budur. Şefaat, batınla ilgili bir şeydir. Şefaat, bizim o yolun sonuna kadar giden Allah'ın evliyası ile bağlantı kurmamızdır. Hatemu'l-Enbiya'nın (s.a.a.) gittiği noktaya Cebrail bile gidememiştir. O da bağlantı kursaydı belki gidebilirdi. Hz. Emir (Hz. Ali) o bağlantıyı kurdu ve gitti. Şefaat işte budur: bağlantı kurmak ve gitmek. Şefaat eğer dedikleri gibi o zahiri anlamıyla olsaydı evet onlar haklı olurdu. Çünkü o zaman bir anlamı yoktur ki…

Laricani: Üstat yavaş yavaş programımızın sonuna yaklaşıyoruz. Aziz seyircilerimiz, inşallah sizin anlattıklarınızdan fazlasıyla yararlanmıştır. İnşallah diğer programlarımızda daha fazla istifade edeceğiz. Siz Allame Tabatabai ile on yıldan fazla birlikte oldunuz. Sadece toplu ortamlarda değil, ikili olarak da onunla çok zaman geçirdiniz. Acaba onunla şimdiye kadar herhangi bir yerde anlatmadığınız bir hatıranızı bize anlatır mısınız?

Üstat Dinani: Elbette hatıralar oldukça fazla, onun hizmetinde olduğum her lahza benim için bir hatıradır. Onun söylediği her cümle bir hatıraydı. Gündüz ve gece derslerinde ve bahsini ettiğim yolculuklarda birçok hatıralarım oldu. Ama benim hayatımı da bir anlamda değiştiren bir hatıramı size anlatayım.         

Biz havzada dini ilimler okuyan arkadaşlar olarak bir şiir topluluğu kurmuştuk. Fıkıh, usûl vs gibi dini ilimler okuyorduk, bir şiir topluluğu kurduk; ama bu gizliydi. Çünkü o dönemlerde dini ilimler tahsil eden talebelerin şiir yazması hoş karşılanan bir şey değildi. Biz üç dört kişi bir şiir topluluğu kurmuştuk. Haftada bir, bir araya gelir yazdığımız şiirleri birbirimize okurduk.

Laricani: Siz de şiir yazar mıydınız?

Üstat Dinani: Evet ben de şiir yazardım. Şu an burada okuyamam ama bir miktar gazelim var. Biz, bunu gizli tutuyor ve kimseye duyurmuyorduk. Bu sadece üç dört kişi arasında olan bir şeydi. Gerçekten çok ilginçtir, Allame Tabatabai'den ders aldığım, İbn Sina'nın Şifâ derslerini aldığım bir gün dersle ilgili soru sormak için onun yanına gitmiştim. Bir sokağın başında durduk, dönüp bana “Duyduğuma göre şiir yazıyormuşsun!” diye buyurdu.

Ben bunu nereden anladı diye çok şaşırdım; çünkü dediğim gibi bu gizliydi. Ona, “Evet, arkadaşlarla haftada bir toplanıyoruz ve şiir okuyoruz” dedim. Allame Tabatabai'nin kendisi de şiir yazardı. Nitekim siz bu programda onun bir şiirini okudunuz.

Allame Tabatabai biraz durdu ve “Şimdilik şiir yazman gerekmez” dedi. Dedim ki “Siz öyle diyorsanız bir daha şiir yazmam; ama acaba niçin şiir yazmamam gerektiğini sorabilir miyim?” Bana aynen şunu söyledi. Söylediği cümle tamamen aklımdadır. Buyurdu ki “Sen şu an felsefe okuyorsun, zihnin tahayyül yönünde gelişir.”

Başka da bir şey demedi. Ben de bunun üzerine şiiri terk ettim ve (gülerek) şimdiye kadar da başka şiir yazmadım. Şiir okurum ama şimdiye kadar şiir yazmadım. Eğer yazsaydım belki orta düzeyde bir şair olabilirdim. Gerçi şiir yazma demedi, “Şu an senin şiir yazman gerekmez, sen felsefe okuyorsun, zihnin hayallere boğulmasın” dedi. Bu da benim şiir yazmayı bırakmama sebep oldu ama şiir okurum.

Laricani: Çok teşekkür ederiz üstat, çok istifade ettik. Hem ben hem izleyicilerimiz inşallah başka programlarda Molla Sadra, Sühreverdi gibi diğer filozofların görüşleriyle ilgili olarak da sizden istifade ederiz. Bu saate kadar bizi izleyen seyircilerimize de çok teşekkür ederiz.

medyaşafak

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER