Şiaların Ahiretteki Durumu
Soru
Bir rivayette Hz. Ali’nin (a.s) şöyle buyurduğunu okudum: “Şia Müslümanlar cehenneme gitmeyecektir.” Aynı şekilde bir kitapta cehennemin birinci tabakasının Müslümanlara (Peygamber’in ümmeti) özgü olduğunu okudum! Bunlardan hangisi doğrudur?
Kısa Cevap
Kıyamette bireylerin muhasebeye çekilmesi, cennet nimetlerinden faydalanması veya cehennem azabına duçar olması, bir kaideye göredir. Yüce Allah bu esas ve kaideyi Kur’an-ı Kerim âyetlerinde bize bildirmiştir. Yüce Allah bu hususta gurupsal ve ulusal özellikleri kenara koyarak insan amellerini ölçü olarak belirtmektedir. Yani sevap ve cenneti, insanın iman ve salih amelinin semeresi, cehennem azabını da inkârcılık ve kötü amellerinin neticesi saymaktadır.
Ayrıntılı Cevap
Tarih boyunca kurtulan fırka hakkında Müslüman guruplar arasında tartışmalar yaşanmıştır. Bu kelam tartışmaları genellikle İslam Peygamberine (s.a.a) isnat edilen bir hadis temelinde yürütülmüş ve ondan fırkalar hadisi diye söz edilmiştir. Din ve mezhep kitapları yazarları bundan esinlenerek Müslüman gurupları sayı açısından bu hadise uyarlamaya çalışmıştır. Bu hadiste bu guruplardan birinin kurtuluş ve cennet ehli olduğuna işaret edilmiştir. Bu yüzden gurupların hepsi, kendilerinin tüm Müslümanlar arasında kurtuluşa daha layık olduklarını ispatlamaya çalışmıştır. Kur’an-ı Kerim de bu hususta yani ahiret âleminde insanların kurtuluşu hakkında bir takım oluşumları ve onların ulusal ve kavimsel üstünlükler hususuna dayanarak kendilerini cennet ehli saymalarıyla birlikte diğer insanların cennete girme liyakati taşımadığına inandıklarını anımsatmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i Sünnet ve Şia’dan nakledilen rivayetler arasında sevap, azap, cennet ve cehennem meselesine değinen haberlere rastlamaktayız. Bunların her biri bu hususla ilgili bir takım ölçüleri belirtmiştir. Şimdi bu kısa mukaddimeyi de göz önünde bulundurarak iki temel noktanın aydınlanması gerekmektedir.
1. Yüce Allah bireylerin cennet ve cehenneme girmesi hakkında bir ölçü belirlemiş midir yoksa belirlememiş midir?
Yüce Allah bazı âyetlerde kendilerini diğerlerinden üstün gören ve kendilerinin ulusal ve kavimsel özelliklerinin uhrevî kurtuluşa neden olacağına inanan kesimlere işaret etmektedir. Bu gurup, cehennem azabının sadece birkaç günlüğüne kendilerini kuşatacağı ve sonra cennete girecekleri sanısını taşımaktaydı. Yüce Allah bu tür sanı karşısında şöyle buyurmaktadır:
“ Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”[1]
Kerim olan Allah bu uyarıyı yaptıktan sonra insanların cennet ve cehenneme gitmesinin ölçüsünü tümel bir kaide şeklinde bize açıklamaktadır:
“Evet, kötülük işleyip suçu benliğini kaplamış (ve böylece şirke düşmüş) olan kimseler var ya, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. İman edip salih ameller işleyenler ise cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”[2]
Aynı şekilde bazıları da Yahudi ve Hıristiyanların dışında hiç kimsenin cennete girmeyeceğini düşünüyordu. Kur’an-ı Kerim bu saçma iddia karşısında, onların bu sözü ispat edecek hiçbir delili olmadığını ve cennetin kendilerine özgü olduğuna dair güttükleri iddianın sadece rüya ve hayalden ibaret olduğunu kanıtladıktan sonra, cennete girmenin temel ve esas ölçüsünü tümel bir kaide şeklinde beyan etmiştir:
“Hayır, öyle değil! Kim “ihsan” derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”[3]
Bu âyet, cennete girmenin nedenini, Allah’ın buyruğuna teslim olmak ve ihsan sahibi olmak bilmektedir. Yani cennet iddia ve sloganla kimseye verilmez. Bilakis iman ve salih amele gerek vardır. Bu esasla Kur’an-ı Kerim bireylerin sevap ve azaba müstehak olması hakkında bir takım ölçüler belirlemiştir. Bu ölçüler insanların amelleri olup onların ahiret âleminde ayrıcalıklı olmasına neden olur. Onları saadet veya bedbahtlıkla muttasıf kılar. Elbette bu sınıflandırmada Kur’an’da üçüncü bir guruptan da söz edilmiştir. Âyet-i kerimenin tabiriyle onlar Allah’ın rahmetine ümit beslemekte ve Allah da kendilerini ya bağışlamakta veya azaplandırmakdır.[4]
2. Rivayetlerde cennetle müjdelenmiş Şiilerden maksat kimlerdir?
Şia rivayetleri arasında da Şiilerin cennete gideceğini aksettiren Peygamber (s.a.a) ve Masum İmamlardan (a.s) aktarılmış hadisler mevcuttur. Bu rivayetlerde cennete gidecek kimselerin Şiiliğine vurguda bulunulmuş olması, söz konusu rivayetleri daha iyi anlamak için her şeyden önce bizi Şia’yı açık ve net olarak tanımlamaya sevk etmektedir. Bunun ardından da bu tür rivayetler hakkında yapılmış yorumlara değinmemiz icap etmektedir.
Şia’nın Sözlük Manası
Sözcükbilimciler “Şia” kavramı hakkında hizip, ümmet, yoldaşlar, fırka, takipçiler, yarenler, yardımcılar ve bir husus etrafında toplanmış bir gurup gibi değişik manalar ileri sürmüşlerdir.[5]
Şia’nın Istılah Manası
Şia ıstılahta Peygamber-i Ekrem’in halifeliğini Peygamber ailesinin özel hakkı gören ve İslam öğretilerini öğrenmede Ehli Beyt’in, yani İmamların (a.s) takipçisi olan kimselere denir.[6]
Şia kavramı tarih boyunca mefhum olarak dönüşümlere uğramış, siyasî taraftar, bazen seven ve bazen de inançsal Şia, yani davranış ve hareketlerde temiz imamları takip etmek olarak gündeme gelmiştir.
Ehlibeyt İmamlarına Göre Şia
Ehli Beyt’ten nakledilen rivayetler bütününden anlaşıldığı üzere, onların Şia’dan kastettikleri mana, salt taraftarlık ve sevmek değildir. Bilakis Ehlibeyt İmamlarının (a.s) Şia sıfatını kendi taraftarları için kullanmada vurgulamak istedikleri nokta şudur: Şia olmanın ölçüsü, kendilerine davranış ve hareketlerde itaat etmek ve uymaktır. Bu nedenle imamlar, kendilerini Şii olarak adlandıran ve bu vesileyle amellerini gerekçeli gösteren guruplarla karşılaştıklarında ciddi bir tutum sergilemekteydi. Bu konunun daha aydınlanması için Masum İmamlardan (a.s) birkaç rivayete işaret ediyoruz. Masum İmamlardan bize ulaşıp gerçek Şii’ye işaret eden, yanı sıra Şii sıfatı taşıma nedeniyle Allah’ın azabından uzak olunacağı düşüncesini yeren ve böyle şahısların iddialarını yalan olarak niteleyen bir takım rivayetler mevcuttur. Bir şahıs şöyle söylemektedir: İmam Sâdık’a (a.s) sizin dostlarınız günahlara bulaşmakta ve biz ümit etmekteyiz demekteler, diye söyledim. İmam şöyle buyurdu:
“Yalan söylüyorlar. Onlar bizim dostlarımız değildir. Onlar, arzularının kendilerini sağa ve sola götürdüğü kimselerdir. Her kim bir şeyi ümit ederse, ona ulaşmak için çabalar ve her kim de bir şeyden korkarsa ondan kaçar.”[7]
Hz. Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
“Dilde söyleyen ama pratikte bizim davranış ve hareketlerimize muhalefet eden kimse bizim Şii’miz değildir. Bizim Şii’miz kalbi ve dili bizimle uyuşan ve davranış ve harekette de bizim takipçimiz olan kimsedir. Bu tür şahıslar bizim Şii’lerimizdir.”[8]
Şia imamları bazı rivayetlerde gerçek Şiileri nitelemiş ve onların özelliklerini saymışlardır. Bu hususta İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sâdık’ın (a.s) sözlerine işaret edilebilir. İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Ey Cabir kendini Şiiliğe atfedip bununla yetinen bir kimse kendisini bizim dostumuz bilebilir mi?! Allah’a yemin olsun ki bizim Şii’miz sadece Allah’tan sakınan, O’na itaat eden ve tevazu, huşu, Allah’ı çok anmak, oruç, namazla, fakir ve ihtiyaç sahibi komşuları, borçluları ve yetimleri sormakla, dürüstlük, Kur’an okumak, halk hakkında hayırdan başka bir şey konuşmamak ve toplumlarının emini olmakla tanınan kimsedir.”[9]
Hz. Sâdık (a.s) şöyle buyuruyor:
“Bizim Şiilerimiz takva, çalışma, vefa, emanet, züht ve ibadet ehli olan, gece ve gündüz elli bir rekât namaz kılan, gece namaza duran, gündüz oruç tutan, malının zekâtını veren, hac yapan ve her haram amelden uzak duran kimselerdir.”[10]
Şiiliğin doğru manasını açıklamamanın getirdiği zararlardan birisi de kayıtsızlıktır. Tarih boyunca Şiilik akımını yanlış yorumlayıp şer’î hususlara uymayı bırakan ve dinin imamı tanımaktan[11] ibaret olduğu noktasından hareketle delil getirerek kayıtsızlık girdabına batmayı gerekçelendiren bir takım gurupların davranış ve hareketlerine tanıklık etmekteyiz. Şiiliğe bu tür bir perspektiften bakmak, gerçek Şiiliğe telafi edilmeyen darbelerin inmesine neden olmuştur. İkinci bir nokta da şudur: Daha önce de belirtildiği gibi fertlerin sevap veya azaba müstehak olmasının ölçüsü dine bağlılıktır ve bu açıdan toplum katmanları arasında hiçbir ayrıcalık gözetilmemiştir. Allah’ın kurtuluş ölçüsü kıldığı şey göz önünde bulundurulmaksızın özel bir fert veya akım veyahut gruba müntesip olmak Allah’a yakınlaşmayı ve azaptan kurtulmayı sağlamaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” [12]
Hakeza İmam Rıza (a.s), Zeydu’n-Nar adıyla meşhur kardeşine şöyle buyurmaktadır:
“Ey Zeyd! Kufe bakkallarının Fatıma kendini korudu ve Allah onun evlatlarına cehennemi haram kıldı, diye söylemeleri seni mağrur etmiş midir? Allah’a yemin olsun ki bu husus Hasan, Hüseyin (a.s) ve Fatıma’nın rahminden doğan kimseler dışında, başkaları için geçerli değildir. Hz. Musa b. Cafer (a.s) Allah’a itaat etsin, gündüzleri oruç tutsun, geceleri teheccüd, geceyi diri kılmak ve gece namazı ile meşgul olsun ve sen de Allah’a isyan et ve yarın kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onunla eşit ol veya Allah’ın nezdinde ondan daha değerli ol, böyle bir şey olabilir mi?!”[13]
Dinin misyonlarından biri de birey ve toplumu ıslah etmek, onları manevî erginliğe ulaştırmak ve güzel ahlaka büründürmektir. Bu husus da peygamberlerin vasıtasıyla insana ulaşan Allah’ın buyruklarına uymak dışında müyesser olmaz. Bu nedenle bir dinin böyle hedefler taşımakla birlikte bazı fertlere kaçma yolu açması ve bu fertlerin dinsel kanunlara bağlılık göstermeksizin dünyada dine bağlı olan diğer insanlar gibi dindarlığın nimetinden faydalanması ve ahirette onlarla eşit olması ve bazen onlardan daha fazla uhrevî ödüller alması tasavvur edilebilir mi? Gerçekte bunun gayeyi zedelemek olduğu söylenebilir.
Bu yüzden Şia’dan maksat, rivayetlerde belirtildiği gibi, Allah’a itaat etmede masum imamlara uymak ve salih amelde bulunmak ise, Kur’an-ı Kerim’in buyruğu esasınca uhrevî ödülleri almak ve cennete girmek onlara nasip olacaktır. Bu durumun dışında yani salt imamlara ilgi göstermek ve ruhsal bağlılık taşımak veya onları siyasî olarak takip etmek cennete girmeye neden olmaz. Cehennemin birinci tabakasının günahkâr Müslümanlara ait olduğunu bildiren rivayetler hakkında ise şöyle söylemek gerekir: Kur’an-ı Kerim perspektifinden cennet ve cehenneme girmenin ölçüsü, insan amelleridir. Bireylerin kimlik bilgileri önemsenmeyecektir. Zira İslam ve iman arasında fark gözetilmelidir. Yüce Allah bu hususta iman iddiasında bulunan kimselere şöyle buyuruyor:
“İman ettik demeyin, Müslüman olduk deyin.”[14]
İki şehadeti söylemek insanı İslam’ın savunma alanına alır. Bu husus dünyevî, hukukî ve içtimaî hayat boyutuyla ilgilidir ve insan Müslüman olduktan sonra ondan yararlanır. Ama cennete müstehak olmak bunun üzerinde bir şeydir. Yani belirtildiği gibi cennete girmek için hem Allah’a teslim olmak ve derunî iman, hem de dışarıda salih amel gereklidir. Başka bir ifadeyle pratik dayanak taşımak uhrevî sevap kazanmanın gereğidir. Bu yüzden cennete girmek için Kur’an dışında belirtilen ölçüler ve salt Şiilik veya İslam ile muttasıf olmak, azaba veya cehenneme girmeye engel değildir.
Netice olarak söylemeliyiz ki cennete girmenin ölçüsü insan amelleridir. Ne İslam kimliği ve ne de isimsel Şiilik kurtuluş değildir. Bu esasla ve Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ve Ehlibeyt İmamlarının buyruklarına istinaden Allah’ın buyruklarını yerine getirmeyen, haramlardan sakınmayan ve O’nun emirlerine itaat etmeyen Müslüman ve Şiiler bu nimetten mahrum olacak ve cehennem azabına maruz kalacaklardır. Bu azabın ebedi olup olmadığı, sevap ve azap mertebelerinin ne olduğu ve bu konuda şefaat bahsinin ne gibi bir yeri olduğu başka bir fırsatı talep etmektedir. Son hatırlatmamız şudur: Bizim sözlerimizin manası, Şii olmanın insanın cennete girmesinde hiçbir rol taşımadığı ve iyi bir ameli Şii olmayan biri yapsa bile cenneti hak edeceği değildir. Zira biz hem inanç ve hem de amelin gereklilik addettiğine ve onların insanı saadete götüren iki kanat olduğuna inanmaktayız.
[1] Bakara, 80.
[2] Bakara, 81 ve 82.
[3] Bakara, 112.
[4] Tevbe, 106.
[5] İbni Manzur, Cemaluddin, Lisanu’l-Arab, c. 8, s. 188, Dar-ı Sadr, Beyrut, 1. Baskı, h.k. 1410.
[6] Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, Şia der İslam, s. 25-26, Kitabhane-i Bozorg-ı İslamî, Tahran, h.ş. 1354.
[7] Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kâfi, c. 2, s. 68, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, Tahran, 4. baskı, h.ş. 1365.
[8] Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharu’l-Envar, c. 65, s. 164, Müessesetu’l-Vefa, Beyrut, Lübnan, 4. baskı, h.k. 1404.
[9] Saduk, Muhammed b. Ali, Emali, s. 626, İslamiye, Tahran, 6. baskı, h.ş. 1376.
[10] Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharu’l-Envar, c. 65, s. 167, Müessesetu’l-Vefa, Beyrut, Lübnan, 4. baskı, h.k. 1404.
[11] Men La Yehduruhu’l-Fakih, c. 4, s. 545, Müessesetu’n-Neşri’l-İslamî, Kum, 3. baskı, h.k. 1413.
[12] Hucurat, 13.
[13] Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharu’l-Envar, c. 43, s. 230, Müessesetu’l-Vefa, Beyrut, Lübnan, 4. baskı, h.k. 1404.
[14] Hucurat, 14.