Laricanî: Bildiğiniz gibi Şeyh-i Ecel Sadi Şirazi'nin güzel, gönül alıcı ve baştan sona öğüt dolu düşünce bahçesindeyiz ve Üstat Dinanî'nin sırları çözücü yorumlarından yararlanıyoruz.
Saygıdeğer üstat daha önceki hikâyede çok önemli bir noktaya ulaşılmıştı. Şeyh-i Ecel Sadi Şirazi “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Haşr, 18) ayetinin tefsirini yapmaya çalışıyordu.
Buradan şu sonuca varıldı: “İttakullah” yani ‘‘Allah'tan sakının'' ifadesiyle istenen insanın kendini Allah'ın huzurunda görmesidir.
Biz günlük hayatımızda bir çocuk bile bizi görüyor olsa günah işlememeye çalışıyoruz. İnsanların kınamasından korkuyoruz veya yasalardan korkuyor ve suç işlememeye çalışıyoruz. Ama maalesef her yerde hazır ve nazır olan Allah'tan sakınmamız ise biraz geri planda kalıyor.
Biz varlıksal ve aklî açıdan Allah'ın ekseninde olmalıyız ki her işimiz düzenli olsun. Bu olmadığı zaman insan tersine dönüyor. İnsanın bireysel, ailevî ve toplumsal tüm işlerinin ters gittiğini gözlemleyebiliyoruz. Şimdi şunu sormak istiyorum, eğer böyle yapmazsak ne olur?
Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, yönelttiğiniz soru görünüşte basit olsa da tüm insanlık tarihi boyunca söylenebilecek en derin cevabı içeriyor. Son derece derinlikli bir soru. Takva, insanın Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunu idrak etmesiyle oluşuyor. Allah'ı dikkate almayan ve Allah'ın hazır ve nazır olduğunu idrak etmeyen kimse, takvalı olmuyor ve canı ne isterse onu yapıyor. ‘‘Muttaki'' ya da ‘‘takvalı'' demek sakınan demektir. İzin verirseniz takva kelimesini biraz açıklayayım.
Takva ‘‘vekaye'' kelimesinden türemiştir. Vekaye; sakınmak, korumak gibi anlamlara gelir. Takva ise insanın kendisini sakınması, korumasıdır. ‘‘Eğer takva kendini korumaksa insan kendini nasıl korur?'' sorusu sorulabilir. Oturmalı veya yatmalı mıdır yoksa ayakta mı durmalıdır? Kendini korumak ne demektir? Takva insanın kendini koruması demek ise buradan insanın her an kendini koruyamadığını çıkartabiliriz. Eğer insanın kendisini koruyamadığı yönündeki düşünce olmasaydı takvanın ne anlamı olabilirdi? Hiçbir anlamı olmazdı.
Takva, insanın kendini koruyamayabileceği varsayımına dayanır ve kendini koruma çabasına işaret eder. Takva bu varsayımla anlam kazanır. Örneğin bir ağacın takvası nedir? Ağaç neyse odur. Yani bir ağaç kendini sakınamaz, yani bir ağaç ne yapması gerekiyorsa onu yapar. Bir sinek, yapması gereken şeyi yapar. Bir taş, ancak taştan beklenecek bir işe yarar. Peki insan neler yapabilir? İnsan bir ağaç, sinek, taş vs. gibi midir?
Deniz, denizin yapacağı işi yapar, mesela dalgalanır. Dağ, dağın yapacağı işi yapar, mesela sağlam ve güçlü bir şekilde durur. Cansız, cansızlığını yapar. Bitki bitkiliğini, çiçek çiçekliğini yapar. Mesela bunlar açar ve güzel koku verir. Peki insan ne yapar? İnsan da insanlık yapar diyebiliriz. Ama ‘‘insanlık yapar'' ne demektir? Dağ dağlığını yapar, diyebiliriz. Çünkü dağın mahiyeti bellidir. Deniz denizliğini yapar, diyebiliriz. Çünkü denizin mahiyeti bellidir. Peki insanın mahiyeti nedir?
Cebrail, Cebrailliğini yapar, mahiyeti bellidir. Deniz, denizliğini yapar, mahiyeti bellidir. Denizin ne yapabileceğini, dalgasının nasıl oluşacağını vs. her şeyini matematiksel olarak hesaplayabilirsiniz. Ancak insanın ne yapabileceğini kim öngörebilir? Hiç kimse… Niçin? Çünkü diğerlerinin mahiyeti bellidir ve o mahiyetinin dışına çıkamazlar. Dağ dağlık, deniz denizlik mahiyetinden çıkamaz. Ama insan böyle midir? İnsanın mahiyeti belli değildir veya mahiyeti yoktur. İki ihtimal vardır. Ya insanın mahiyeti meçhul yani bilinmiyor ya da belki de insanın mahiyeti yoktur.
Laricanî: “İnsan konuşan hayvandır” denmiştir.
Üstat Dinanî: Bu yalnızca mantıksaldır. Büyük filozof İbn Sina da bunun mantıksal bir bahis olduğunu söylüyor. İnsanın “iştikaki mahiyeti” bizim için belirsizdir. İbn Sina bunu çok açıkça söylüyor. Büyük filozof İbn Sina insan için “konuşan”, “iktisadi”, “siyasî”, “toplumsal'' hayvan gibi tanımlar yapılmasının mantıksal olduğunu ancak insanın “iştikaki” yani gerçek mahiyetinin meçhul olduğunu söylüyor. Bugün egzistansiyalistler de aynısını söylüyor.
İnsanın ya mahiyeti yoktur ya da mahiyetinin ne olduğunu biz bilmiyoruz. Her işi her an yapabilmesi mümkündür. İnsan öngörülebilir bir varlık değildir. 70 yıl bir mabette riyazet çeken bir adamın bir an sonra ne yapacağını öngörebilir misiniz? Tek bir anda o 70 yılı silip süpürebilir. Veya 70 yıl boyunca fısk u fücûr işleyen bir adamın bir süre sonra ne yapabileceğini tahmin edebilir misiniz? Bir anda tamamen değişebilir ve bir İbrahim Ethem, Hür b. Yezid Riyahi olabilir. Bir anda 180 derece iyilikten kötülüğe, kötülükten iyiliğe, doğudan batıya, batıdan doğuya değişebilen bir varlığın mahiyeti ne olabilir? Siz denizi öngörebilirsiniz ama insanı nasıl öngöreceksiniz? O halde takva, kendini tanımaktır. İnsanın kendini hazır etmesidir. Peki insan kendini nasıl hazır edebilir? İnsanın neyi yapıp neyi yapmaması gerektiği çok önemli bir meseledir.
Olan veya olmayan şeyler üzerine konuşabiliriz. Peki olması veya olmaması gereken şeyleri nereden bulacağız? ‘‘Olmalıdır'' veya ‘‘olmamalıdır'' dediğimiz şeyler birer idealdir. Burada gerçekler ve idealler konusuna giriyoruz. Gerçek ve ideal farklıdır. Diğer varlıkların ideali yoktur, onlar ne iseler odurlar. İnsan ise ideal sahibi bir varlıktır. Burada da ‘‘yapılmalıdır'' veya ‘‘yapılmamalıdır'' meselesi gündeme gelir.
Burada bir örnek vereceğim:
Ariflerden biri şöyle der; ‘‘Hayvanlara bakın veya bitkilere bakın, onlar hayatta kalabilmek için son nefeslerine kadar çaba gösterirler. Bir hayvan hayatta kalabilmek için ne yapar? Gücünün yettiği kadar ölmemek için çaba gösterir. Mesela bir sineğe bakın, ne kadar kurnazdır, sizin elinize düşmemek için tüm çabasını gösterir. Bir aslan, kaplan, ceylan da aynı şekildedir. Bir ceylan tehlikeye düşünce ne yapar? Süratiyle, tedbiriyle elinden her ne gelirse yapar ve avlanmamaya çalışır. Ancak tuzağa düşer de avlanırsa artık yapacağı bir şey yoktur. Bir hayvan hayatta kalabilmek için gücü yettiğince çaba gösterir ve sağ kalmaya çalışır. Peki insan hayatta kalabilmek için elinden gelen her şeyi yapar mı yoksa bunu yapmayabilir mi?''
Laricanî: Tabii ki neden yapmasın?
Üstat Dinanî: Hayır, bazen yapmıyor. Örneğin hayatta kalması zilletle sonuçlanacaksa ‘‘ben zilleti kabul etmem'' deyip bunu yapmayabilir. Birçok kişi zillete düşmemek için ölümü kabullenir. Zahirî, fizyolojik hayattan bahsediyorum. Varlıklar hayatta kalabilmek için güçlerinin yettiği ölçüde çaba gösterirler. Ama insan bu hayatta kalabilmek için elinden gelen tüm çabayı gösteriyor mu? ‘‘Hayatta kalman zelil olmana bağlı'' dediklerinde her insan zillete rağmen hayatta kalmayı seçiyor mu? Bazıları bunu seçebilir ama kimileri ise hakikat yolunda şehid olmayı tercih ediyor. Neden şehid olmayı seçiyorlar? Çünkü izzeti, zillete tercih ediyorlar. Demek ki her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmayı tercih etmiyorlar.
Hayvan her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya çalışıyor. Sinekten aslana kadar her hayvan böyledir. Ama insan her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmayı tercih ediyor mu?
Laricanî: Hayır, İmam Hüseyin izzetli bir ölümün zillet içinde yaşamaktan daha hayırlı olduğunu söylüyor.
Üstat Dinanî: Evet, aynen öyle… Bu, Müslüman olmayan insanlar için de geçerlidir. İzzet, şeref veya ideal sahibi her insan için geçerlidir. Birçok insan izzeti için hayatından vazgeçebiliyor. İşte hayvanla insanın en önemli farklarından biri budur. İnsan neden zelil ve ideallerine uymayan bir hayatı istemiyor? Çünkü bir ‘‘kendisi'' ve ‘‘benliği'' var. ‘‘Kendini'' çağırıyor, (ihzar ediyor) hazır kılıyor. İşte takva bu şekilde kendini korumaktır. Eğer kendini korumazsan düşersin. Zillete, küfre ve binlerce kötülüğe düşersin. İşte takva sizi koruyor.
Kendinizi ne zaman koruyorsunuz? Sizin tabirinizle ‘‘kendinizi'' çağırdığınız yani kendinizi hazır hale getirdiğiniz zaman… Allah'ı bir yerde hazır olması için çağıramazsınız. Çünkü Allah her yerde hazırdır. Ama kendinizi, kendiniz için çağırabilir, hazır hale getirebilirsiniz. Beni kim ihzar edebilir? Yani kim benim hazır hale gelmemi sağlayabilir? Yalnızca kendim.
Kendisinden başka hiç kimse insanı ihzar edemez (hazır olması için çağıramaz). Dünyanın hiçbir gücü insanı ihzar edemez ve onu bir yerde bulunmaya zorlayamaz. İnsanı zorla tutup zindana atabilirler, bir odaya veya yere hapsedebilirler ya da öldürebilirler. Ama onu ihzar edemezler. Yani onu çağırarak onun bir yerde bulunmasını sağlayamazlar. Ruh çağırmayı kastetmiyorum, o ayrı bir tartışma konusudur. Ruh çağırma belki bir anlamda mümkün olabilir. Benim burada kastettiğim o değil. Benim kastettiğim insanın hüviyetini kendisinden alamazlar. Eğer ben bir kimliğimin olduğuna inanıyorsam bu kimliği hangi güç benden alabilir? Hiçbir güç alamaz. Takva işte burada anlam kazanıyor. Yani ben kendimi, kendim için ihzar ediyorsam, hazır olması için çağırıyorsam, o zaman takva sahibi olabilirim ve zillete ve kötülüklere düşmem.
Laricanî: Üstat burada iki soru gündeme geldi? Daha önce ‘‘insan tarif edilemez ya da şimdiye kadar tarif edilemedi'' demiştiniz.
Üstat Dinanî: Evet, şimdiye kadar bir tarifi yapılamadı.
Laricanî: Ama şu anda siz insana dair bir tarif yapıyorsunuz.
Üstat Dinanî: Bu insanın mahiyetine dair bir tarif değil. Ben insanın özeliklerinden bahsediyorum. Ama bununla birlikte hâlâ tanınmayan, bilinmeyen özellikleri olabilir. “İnsan konuşan bir hayvandır” demek bir tariftir.
Laricanî: Bu konuda birçok ayetler de var…
Üstat Dinanî: Onlar nitelemeler, açıklamalardır. Ama orada da “insan budur ve bundan başkası değildir” denmiyor. Ben de insanın özelliklerinden bahsediyorum, ben açıklama yapıyorum. Çok iyi bir soru sordunuz. Ben bu açıklamayla insanın varlığında bu tür özelliklerin bulunduğunu söyledim.
İnsan kendisini, kendisine hazır kılmalıdır. Bu söylediğimin çeşitli boyutları var. İnsan, sadece kendini kendine hazır kılmakla kalmıyor, insan kendini kendinde hazır kıldığında Allah'ın huzurunu da idrak etmiş oluyor. Eğer ben bir insan olarak kendi kendimde hazır olmayıp ve kendi kendimde gaip olursam Allah'ın huzurunu idrak edebilir miyim?
Laricanî: Kendini bilen Rabbini bilir…
Üstat Dinanî: Bravo! O birincisiydi şimdi ikinciye geçelim: Eğer ben kendim, kendimde hazır olmazsam, -haydi Allah'ı şimdilik söz konusu etmeyelim- acaba âlem benim için hazır olabilir mi?
Laricanî: Hayır, asla olamaz.
Üstat Dinanî: Evet, hazır olamaz. Ancak ben âlem için var olduğum zaman, âlem de benim için var olabilir. Ben âlemde yaşıyorum ama ben âlemde yaşıyor olmadan önce âlem benim içimde bulunuyor. Bir başka deyişle ben, benim içimde olan âlemde yaşıyorum. Dikkat edin! Bu çok önemlidir. Ben şu an hangi âlemde yaşıyorum? Tahran'da, yerkürede, Asya kıtasında vs. diyebilirsiniz. Evet, ben bu âlemde yaşıyorum ama benim yaşamakta olduğum bu âlem bende hazırdır. Yani ben, bende hazır olan âlemde yaşıyorum. Eğer bu âlem, bu yerküre, Asya kıtası, Tahran, şu an oturduğumuz bu yer vs. bende hazır olmasaydı, ben orada olabilir miydim? Bu durumda benim orada bulunmamın bir anlamı olmazdı. En azından benim için anlamsız olurdu. Ben, bende hazır olan bir âlemde yaşıyorum. Şimdi biraz daha ayrıntıya gireyim mi?
Âlim olan ve bunu bildiği halde kendisini tanımayan bir kişide âlem hazır olabilir mi? Kendini tanımıyorsa isterse allâme olsun! Böylesi biri için âlem yoktur. Bir kimse kendini tanırsa ve âlem onda hazırsa ancak o zaman onun için âlem vardır. Burada felsefî ve dinî olmanın anlamı başlıyor. Kendinde huzuru olmayan bir kimse için âlemin de huzuru yoktur. Şimdi felsefî bir bahis açarak sizin sorunuza cevap vereyim.
Felsefe yapmak mesele sahibi olmaktır. Meselesi olmayan biri, filozof değildir. Tıpkı bir bilgisayar gibi tüm felsefe kitaplarını hafızanıza almış olun ama bir meseleniz yoksa böyle bir durumda siz filozof olabilir misiniz? Tüm felsefe eserlerini bilgisayara yükleyin, bilgisayar filozof olabilir mi? Filozof, ezberleyen kişi değildir. Filozof olmanız için mesele sahibi olmanız gerekir. Peki mesele sahibi olmak ne demektir? Yani bir şeyin sizde dağdağa yaratmasıdır. Yani sizde olmasıdır. Felsefe insanın içindedir, insanın dışında değildir. Filozof, felsefesi içinde olan kimsedir. Hatta o dışarıda bile olsa mesele, insanın içindedir. Mesele insanın içinden mi doğar yoksa insana dışarıdan mı gelir?
‘‘Dışarıdan gelebilir'' de diyebilirsiniz kabul ederim. Fakat bana geldiği zaman artık bende doğup mesele haline gelir. Eğer benim içimde doğmasa benim için bir mesele haline gelemez. Dünyanın tüm meseleleri bana gelse de eğer onlar benim içimde coşmaz ve doğmazsa benim için mesele olamazlar. Dışarıdan gelen meseleler sadece benim içimde doğduğu zaman mesele haline gelirler ve ancak o zaman ben filozof olabilirim. Mesele sahibi olan her insan filozoftur. Felsefe terimlerini bilmekle filozof olunmaz! Felsefe terimlerini bilenlerin filozof olduğu sanılıyor. Filozof, mesele sahibi olan kimsedir. Bir insan hiçbir felsefî terim bilmeyebilir, tek bir felsefî cümle de okumamış olabilir. İster köylü olsun ister kentli olsun, hiçbir ders okumamış olsa bile, bir insan eğer mesele sahibi ise filozoftur. Aynı şekilde dünyadaki bütün felsefe kitaplarını da okumuş birisinin eğer bir meselesi yoksa filozof değildir.
Şimdi bir önceki konuya geri dönelim. Kim mesele sahibidir ve insan ne zaman mesele sahibi olur? İnsan kendi kendinde hazır olduğu zaman… Ben eğer kendi kendimde hazır olmazsam mesele sahibi olamam. Eğer kendi kendimde hazır olamazsam takvanın hiçbir anlamı olmaz. Farkında olmadan düşer giderim.
Bir hafta önce Sadi'den çok anlam dolu bir mısra okumuştunuz. Orada ‘‘furu uftade'' (düşmüş) veya ‘‘gom şode (kaybolmuş) der menahi'' ifadesi geçiyordu. Yani nehyedilmiş / yasaklanmış olan şeylere düşmüş veya kaybolmuş. Eğer bir kimse kendi kendinde hazır olmazsa ‘‘gom şode der menahi''dir. Yani ‘‘günahların veya suçların içinde kaybolmuş'' kimsedir. Bundan sonra da her şey ‘‘menhiye''dir. Yani nehyedilmiş / yasaklanmış olan şeyler, suçlar ve günahlardır.
O halde takva için ve yine aynı şekilde düşünmek için birinci şart, insanın kendi kendisinde hazır olmasıdır. Felsefe için de diyebiliriz ama bazıları felsefeden hoşlanmıyor. O zaman felsefeyi bir tarafa bırakalım ve düşünmek diyelim. Farz edelim ki felsefe kötü olsun. Düşünmek iyi bir şey değil mi? En azından düşünmeye karşı olan kimse yoktur. Düşünmeye karşı çıkan birinin olabileceğini sanmıyorum.
İnsan kendi kendinde hazır olmazsa düşünemez. Siz başkasının fikriyle düşünemezsiniz. Dünyanın en büyük fikirleri de olsa, eğer siz kendi kendinizde hazır değilseniz ve bu düşünce sizin zihninizin ürünü değilse o zaman onu siz mi düşünmüş olursunuz? O düşüncenin sizin düşünceniz olması için, sizin zihninizin bir parçası olması gerekir. O zaman onu siz düşünmüş olursunuz. Peki, siz onu ne zaman düşünmüş olursunuz veya o, ne zaman sizin düşünceniz olabilir? Ancak siz kendi kendinizde hazır olduğunuz zaman. Siz kendi kendinizde hazır olduğunuz zaman takva da anlam kazanır. Takva; korunma, sakınma demektir. Siz kendinizi koruyarak ‘‘menahi''ye (yasaklanmış olan şeylere) düşmenizi önlüyorsunuz. Yani Sadi'nin deyimiyle ‘‘gom şode der menahi'' (günahlar içinde kayıp) olmuyorsunuz. Kendi kendinizde hazır olduğunuzda, Allah'ın hazır olduğunu da idrak ediyorsunuz.
Laricanî: Yeni bir soruya geçeden önce kısa bir ara verelim.
***
Pekâlâ üstat yeni ve bugünün ihtiyacı olan birçok meseleyi açıkladınız ve çok güzel oldu. Ve ‘‘İnsan henüz tarif edilememiştir. İnsanın kendini tarif edebilmesinin yolu kendini bulabilmesidir. Eğer kendini bulamazsa ne Allah'ı tarif edebilir ne varlığı tarif edebilir…'' buyurdunuz.
Üstat Dinanî: Ne de takvanın bir anlamı olur.
Laricanî: Evet, İkbal Lahori'nin tabiriyle “Eğer benliğinin altından çıkıp yükselerek Allah'ı istersen, kendine daha fazla yaklaş. Kendine hâkim olan birinin ufuklara hâkim olması kolay olur.” Sizin söylediğiniz bir ince nokta da “ittakullah” (Allah'tan sakının) ayetinin anlamını bizde canlandırdı. O da şudur ki insanın kendini kendinde hazır kılmasının yolu, insanın kendini Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın huzurunda görmesidir. Şimdi burada ortaya çıkan soru şudur: İnsanın Allah'ın huzurunda kendini hazır hale getirmesinin yolu nedir, nasıldır? Bu herkes için bir sorudur.
Üstat Dinanî: Evet, çok önemli bir soru. Bunlardan biri içsel teemmül ve murakabedir. Allah'ın velileri ve yolun salikleri murakabeyi tavsiye etmişlerdir. Murakabe, kendine dikkat etmek demektir. ‘‘Sakın kendini boş verme'', ‘‘sakın kendini bırakma'' demektir. Yani ‘‘boş vermiş olma'' demektir. Bunca dışarıya baktığın kadar hiç değilse bir an dahi olsa kendi içine bak. Kim olduğunu gör. Murakabeye daldığın gibi teemmül de göster.
Teemmül çok önemli bir kelimedir. Bir ayın harfiyle yazılan bir de hemze harfiyle yazılan teemmül var. Terminoloji çok önemlidir. Ayın harfiyle yazılan teemmül kelimesi, amel etmek ile aynı köktendir ve çokça amel etmek, iş yapmak, amelde bulunmak demektir. Hemze harfiyle yazılan teemmül kelimesinin sülasi mücerredi ‘‘emel''dir. Emel ne demektir? Arzu demektir. Peki arzu ile düşünmenin ne münasebeti var? Bakınız, bu kelime ne kadar hassas! Arzu düşünmek midir? Evet, arzu düşünme olmadan mümkün değildir.
Laricanî. Evet, bir ideal de kazandırıyor.
Üstat Dinanî: Evet, yani demek istiyor ki teemmül öyle bir düşünmedir ki arzu ve idealle birliktedir. Emel arzudur, tabii arzu da düşünmeksizin olmaz. Emelin teemmül haline gelmesi, çok arzulu olmak demektir. Peki çok çok arzulu olmak düşüncesiz olabilir mi? Yani şunu demek istiyor: Öyle bir şekilde düşün ki akıbetini de düşünebilesin. Arzu akıbetle olur. Eğer akıbeti göz önünde bulundurmazsan arzu sahibi de olamazsın. Geleceği görmeyen arzu sahibi olabilir mi? O halde buradaki teemmül, amelî ile nazarî hikmetin toplamıdır. ‘‘Taakkul'' (akletme) yalnızca nazarî hikmetle ilgilidir. Ama ‘‘teemmül'', ‘‘taakkul''u da içeren bir ameldir. Yani amelî ile nazarî hikmetin toplamıdır. ‘‘Teemmül'' ile ‘‘taakkul''ün farkından çok az söz edilmiştir, şu an burada bunu arz ediyorum.
‘‘Taakkul'' derken yalnızca nazari / teorik makamda ‘‘yüksel ve ilerle''; ‘‘teemmül'' derken ise hem nazari / teorik hem de amelî / pratik anlamda ‘‘ilerle, geçmişi ve geleceği, tüm etrafı ölç'' demiş olursunuz.
Laricanî: İbn Sina ‘‘varlıkta teemmül edin'' diyor.
Üstat Dinanî: Çok iyi söylediniz. ‘‘Fe'teemmel fi'l-vücûd'' diyor, ‘‘fe'teakkal fi'l- vücûd'' demiyor. Varlık üzerine teemmül edilir, taakkul edilmez. Çünkü varlığın mahiyeti yoktur. İbn Sina varlıkta mahiyete inanmıyor. Dolayısıyla mahiyeti olmadığına göre zihne gelemez. Bu yüzden ‘‘fe'teakkal fi'l-vücûd'' demiyor, ‘‘fe'teemmel fi'l-vücûd'' diyor. Mahiyeti olan bir şey için ‘‘fe'teakkal'' denir, çünkü mahiyeti olan bir şey akla gelir. Ama mahiyeti olmayan bir şey ‘‘taakkul'' edilmez, yani akla gelmez. Onun ‘‘teemmül'' edilmesi gerekir. ‘‘Varlıkta teemmül'' ne demektir? Varlık sahasında hazır olmak demektir. Yani huzur makamıyla varlık sahasına girmek gerekir. Varlık sahasına girmek, Allah'ın huzurunu idrak etmektir. Allah'ın huzur alanına girdiğiniz anda ise bakarsınız ki siz bir hiçsiniz!
Laricanî:
Gönül ve ruh levhamda hiçbir şey yoktur
Sevgilinin elif endamından gayrı
Üstat Dinanî: Sorduğunuz soru çok önemli bir sorudur. Ne yapmalıyız? Şunları yapmalıyız: ‘‘Feteemmel''. İbn Sina bin yıl önce size cevap vermiş: ‘‘Feteemmel fi'l- vücûd.''
Laricanî: Demek ki İbn Sina ‘‘teemmül'' etmiş.
Üstat Dinanî: Kesinlikle. İbn Sina bilinçli olarak bunu söylemiş. O, büyük bir filozoftur, öyle laf olsun diye söz söylemez. Cümlesi cümlesine bilinçli olarak söylemiştir. Varlıkta teemmül ettiğinizde Allah'ın huzurunu hissedersiniz, kendi kendinizde hazır olursunuz ve takva elde edersiniz. Bundan sonra da ‘‘menahiye'' (yasaklanan şeylere, günahlara) düşmezsiniz. Korunmuş olursunuz. Ondan sonra her şey sizin için hazır olur. Sadece Allah'ın huzurunu hissetmekle kalmazsınız, âlem de sizin için hazır olur. Sen kendinde hazır olursan, âlem de sende hazır olur. Çünkü âlem Allah nezdinde hazırdır ve siz de Allah'ın huzurunu hissediyorsunuz. İnsan kendini bulduğunda da ne kadar özgür olduğunu anlar. Gerçek özgürlük budur, özgürlük adına söylenenler gerçek özgürlük değildir. Maalesef insanlık özgürlüğü de doğru bir şekilde anlamamıştır. Özgürlük, siz kendinizi bulduğunuz zamandır. Eğer kendinizi bulamazsanız, tüm dünyayı da alsanız özgür değilsiniz. Kölesiniz, âlemin kölesi! Özgürlük kendinize ulaştığınız zaman gerçekleşir.
İzin verirseniz son olarak size şunu arz edeyim: Şu an şer'î açıdan konuşacağım. Biz Müslümanlar olarak mükellef miyiz yoksa değil miyiz? Bizim teklifimiz yani Allah'ın bizi mükellef kıldığı şey nedir? Acaba özgürlük olmadan mükellefiyet olur mu? Taş mükellef midir? Ağaç mükellef midir? Mükellefiyet ne zaman olabilir?
İnsan ihtiyar sahibi olduğu zaman yani bir şeyi yapıp yapmamayı kendisi tercih ettiği zaman...
İhtiyar sahibi olmak ne demektir? Özgür olmak demektir. Eğer özgürlük anlam taşımasaydı, mükellefiyetin ne anlamı olabilirdi?
Hiç…
Bu konuya neden dikkat edilmiyor? Bir insan eğer kendini özgür bulmuyorsa mükellefiyetini de yerine getiremez. Eğer bir kimse kendini özgür görmüyorsa mükellefiyet onun için anlamsızdır. İnsan kendini özgür bulmuyorsa mükellefiyetin hiçbir anlamı yoktur. Peki kendini ne zaman özgür bulursun? Şimdi en başta söylediğimiz söze geri dönüyoruz. Kendini kendinde hazır bulduğun zaman... Kendini kendinde ne zaman hazır buluyorsun? Cevap; İbn Sina'nın sözü: ‘‘Feteemmel fi'l- vücûd'', yani varlıkta teemmül... Buraya ulaştığımızda sizin de buyurduğunuz gibi yol, teemmül yoludur. Bunu, bin yıl önce İbn Sina söylemiştir.
Biz maalesef bugün teemmül ehli değiliz. Bilgimiz ne kadar artıyorsa teemmülümüz de o kadar azalıyor. Hakikate ulaşmak için daha fazla bilgi sahibi olmamız gerektiğini sanıyoruz. Dünyanın çeşitli medya araçlarından bizim kulağımıza gelen bilgilerin yüzde 90'ını atmalıyız. Sabahtan akşama kadar sizin kulağınıza ulaşan bu bilgilerin ne kadarı işinize yarıyor Sayın Laricanî? Gazete, internet, medya? Bunların çoğunu uzağa atmak gerek. Birçoğundan uzak durmak gerek, yoksa bunlar insanı rahatsız ediyor. Bunlardan sadece birkaçı işe yarıyor. Bu şekilde bilgimiz arttıkça maalesef bizdeki teemmül azalıyor. O halde teemmülü asla kaybetmememiz gerekiyor. Ben bilgiye, enformasyona karşı değilim, çağımız bilgi ve iletişim çağıdır. Buna karşı olamayız. Bu inkâr edilemez bir gerçekliktir ama bu teemmülü kaybetmemiz pahasına olmamalıdır. O halde teemmülü kaybetmemeye çalışalım. Eğer teemmül sahibi olabilirsek tefekkür iddiasında bulunabiliriz. Doğru düşünebiliriz ve hakikate yol bulabiliriz.
Laricanî: Yani teemmül varlık hakikatinin şahidine ve özelliğine ulaşma yoludur ve siz bunu açıkladınız. O'nu görmeksizin murakabe etmenin ne anlamı var?
Üstat Dinanî: Murakabe etmek, sadece dille söz söylemek değildir. Murakabe, kendi içine dalmaktır, gerçek bir teemmüldür. Bu teemmülü bulmaya çalışalım yoksa hakikat yolu bize kapanır.
Laricanî: Sadi de ne kadar bilgece söylemiş:
Biri bir kötülükle birlikteyken
İyi biri onun önünden geçti
Oturdu ve utançtan terledi yüzü
Acaba köyün şeyhini utandırdım mı diye
Aydınlık ruhlu o ihtiyarın sözünü işitti
Ona çıkıştı ve dedi: Ey genç!
Kendinden utan
Hak Teâlâ hazırken benden mi utanırsın?
Hak Teâlâ'nın hazır olduğunu bilmiyorsun da Allah'ın dışındaki şeylerden utanıyorsun, diyor. Dolayısıyla Allah'ın hazır olduğunu bilmek çok önemli bir meseledir.
Üstat Dinanî: Evet, kendinde hazır olduğun zaman Allah'ın da hazır olduğunu idrak edersin. Ben kendi kendimde hazır değilsem, Allah'ın huzurunu da idrak edemem. İnsan Allah'ın hazır olduğunu idrak ettiğinde, Allah'ın huzurunda olduğunu hissettiğinde sahte ‘‘kendisi'' değil gerçek ‘‘kendisi'' hazır oluyor. Bizim sahte ‘‘kendilerimiz'' de vardır. İnsanın birçok ‘‘kendisi'' vardır. Her lahza bir ‘‘kendisi'' vardır. Gerçek ‘‘kendisi'', Allah'ın huzurudur. Eğer Allah'ın huzuru olmasa insan sahte ‘‘kendini'' gerçeğinin yerine koyar.
Laricanî: Allah'tan bize kendimizi bulma ve teemmül düşüncesini nasip etmesini diliyoruz. Galiba insanın hayatının en güzel, en lezzetli anı kendi semalarına doğru yükseldiği andır. Devamında Sadi diyor ki:
Salih, düşmanı düşünür; kıyametin ertesi günü onun perişan haline gülmesinden endişe eder.
Yani salih birinin kıyamette cehennemlik olduğunu görmekten ve düşmanının da onun haline gülmesinden korkuyor.
Sonra şöyle devam ediyor:
Ve arif ise hemen o sırada beğenmez diye dosttan utanır: Kıyamet uzaktır ve Hak şah damarından daha yakındır.
Şimdi soru şudur: Allah, her yerde hazır ve nazır ve insana şah damarından daha yakın olduğuna göre o halde kıyamet niye var?
Üstat Dinanî: Evet, kıyamet Allah'ın huzurudur, fark etmiyor. Kıyamet, Hak Teâlâ'nın huzurudur ama arif olmayan biri için kıyamet çok çok uzaktadır. Arif olmayan biri, kıyamete binlerce, milyarlarca yıl zaman olduğunu düşünür. Arif ise kıyameti hemen şimdide görür. Arif ile arif olmayanın farkı budur. Yoksa kıyamet kıyamettir. Kıyamet, Hak Teâlâ'nın huzurudur. Ama arif olmayan biri kıyameti uzun bir zaman sonra beklemektedir. Ona göre kıyamet binlerce yıl sonra olacaktır. Ama arif öyle değildir. Arif kıyameti hemen şu anda görür. Bu sözü kabul etmek bazılarına göre çok ağırdır. Bir hadis söyleyeyim ki bu söz kendisine ağır gelenlere ağır gelmesin. Bunu ağır bulanlar hadisi kabul edeceklerdir.
Biz bu hadisi bu programlarda birkaç defa okuduk. Zeyd b. Harise'nin hadisidir.
Zeyd bir yerde oturmuş, başını öne eğmiş, tefekküre dalmıştı. Aslında teemmül, murakabe halindeydi. Hz. Peygamber ona gündüzün ortasında insanların içinde ‘‘nasıl sabahladın'' diye buyurdu. Yani ‘‘nasılsın'' dedi, onun halini hatırını sordu. Zeyd murakabeden başını kaldırdı ve ‘‘iyiyim ey Allah'ın Resûlü, yakîn halindeydim'' dedi. Peygamber bunun üzerine ‘‘neye yakîn ettin'' diye sordu. Yani yakînde olduğunun belirtisi nedir? Dedi ki ‘‘Ey Allah'ın Resûlü şu an cenneti görüyorum. Cennettekilerin nimetler içinde olduğunu, cehennemdekilerin yandıklarını görüyorum.'' O an hepsini açık bir şekilde gördüğünü söyledi. Peki, Allah'ın Resûlü ona ne dedi? Ona, o halde kalmasını söyledi ve onu teşvik etti. Kimileri kıyametin binlerce yıl sonra kopacağını ama ne zaman olacağını bilmediklerini söyler. Ama Zeyd ne diyor? Kıyameti o anda gördüğünü söylüyor. Sadi de işte okuduğunuz bu paragrafta işte aynısını söylüyor. Sadi'den okuduğunuz parçanın devamını okuyun, bakın aynısını söylüyor.
Laricanî:
Ve arif ise hemen o sırada beğenmez diye dosttan utanır
Kıyamet uzaktır ve Hak şah damarından daha yakındır.
Üstat Dinanî: Bakın diyor ki o arif hemen o sırada beni beğenmiyor. Arif olmayan kıyametin olmasından sonra hoşlanmamasından korkuyor. Arif ise hemen o sırada onu beğenmemesinden korkuyor. Diğer milyarlarca yıl sonra gelecekte onu beğenmeyeceğinden korkuyor. Arif ise hemen o sırada kendisini beğenmemesinden korkuyor. Çünkü kıyameti o anda görüyor. Bakın Sadi ne kadar güzel söylemiş!
Laricanî: Mevlâna da Peygamber'e kıyametin ne zaman olacağını soranlara çok güzel söylemiş:
Ahmed, dünyada şifa verenin evladıdır
Onda yüz gizli kıyamet görürsün
O kıyamete hep sorarlar ki
Ey kıyamet! Kıyamete ne kadar var?
Üstat Laricanî: Evet, Hz. Peygamber'e ‘‘kıyamet ne zamandır'' diye soruyorlar. Hâlbuki Hz. Peygamberin kendisi kıyametti. Kıyametin kendisine kıyametin ne zaman olacağını soruyorlar. Mahşere, mahşerin ne zaman olacağını soruyorlar!
Laricanî: Sadi çok güzel söylüyor:
Herkes temaşa için sahraya gitti
Bizim için maksat sensin madem, bu hatırdan çıkmasın.
Derler ki dosttan bir temennada bulun Sadi
Dost'tan Dost'un kendisinden başka hiçbir şey temenna etmeyeceğim.
Üstat Dinanî: Muazzam, bundan daha güzeli söylenemezdi.
Laricanî: Yeniden buluşmak üzere aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.
Çeviren: Hüseyin Mahir
Medya Şafak