Hayatı
17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Mürsiye’de doğdu. Kökeni, cömertliği ile meşhur Hâtim et-Tâi’nin de mensup olduğu, Tay kabilesine ulaşan soylu bir âileye dayanır. Aile Endülüs toplumunun elit kesimini oluşturan hassa zümresindendir. Babası Ali b. Muhammed yöneticilerle bilhassa İbn Merdenîş (ö. 567/1172) ve Yûsuf b. Abdülmü’min (ö. 580/1184) çevresiyle yakın ilişkilere sahip bir kimsedir.
Sekiz yaşında iken ailesi, İşbîliye’ye (Sevilla) göç eden İbn Arabî, Kur’an eğitimine ehl-i tarîk bir zat olan Ebû Abdullah el-Hayyât’ın nezaretinde başladı. Ebû Bekir el-Lahmî’den (ö. 585/1189) kıraat-ı seb’a ve aşere-takrib dersleri aldı; İbn Şüreyh’in (ö. 476/1084) el-Kâfî’sini okudu. Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’den (ö. 581/1185) er-Ravzü’l-ünüf isimli eserini okudu.
Ayrıca derslerine devam ettiği Kâdı İbn Zerkûn’dan (ö. 586/1190) icazet aldı. Döneminin meşhur hadis hafızı İbnü’l-Harrât’ın (ö. 582/1186) derslerine katıldı ve onunla birlikte İbn Hazm’ın bazı eserlerini okudu.
Babasının yakın arkadaşı olan filozof İbn Rüşd ile onun talebi üzerine on beş yaşlarında bir genç iken Kurtuba’da görüştü (575/1180). Bu görüşmede İbn Rüşd’ün kendisine “nazar ve istidlal yoluyla elde edilen bilgi ile keşif ve mücahede sayesinde erişilen bilgi arasında herhangi bir benzerliğin var olup olmadığına” dair bir soru yönelttiği de rivayetler arasındadır.
Zâhirî ilimlere dair aldığı eğitimin yanı sıra İbn Arabî mânevî ilimlerle de meşgul olmaya başladı ve bu konularda kendisinin yazılarında yer verdiğine göre üç yüzü aşkın isimden istifade etti. Bunlar arasında ümmî bir zat olan Ebü'l-Abbas el-Uryebî, İbn Arabî’nin İşbîliye’de intisap ettiği ilk şeyhlerden biridir (580/1184). Ayrıca başta Mûsâ b. İmrân el-Mirtûlî (ö. 604/1207), Ebû Abdullah b. Kassûm (ö. 606/1209 civarı), Fâtıma bintü İbni’l-Müsennâ ve Şems Ümmü’l-Fukarâ olmak üzere bölgede tanınan tasavvuf ehli kadın-erkek pek çok ismin meclisinde bulundu.
Ruhû’l-Kuds isimli eserini kendisi için kaleme alacağı ve Fütûhât’ı kendisine ithaf edeceği Abdülazîz el-Mehdevî’yi ziyaret maksadıyla Cezîretülhadrâ, Sebte, Fas, Tilimsan güzergahını takip ederek bir yıl vakit geçireceği Tunus’a gitti (590/1194). İşbîliye’ye dönüşünde ise İbn Arabî, Takiyyüddin Abdurrahman b. Ali et-Tevzerî’nin elinden ilk kez tarikat hırkasını giydi (592/1195). Fas’a yaptığı yolculuklardan birinde kendisine uzun yıllar arkadaşlık ve öğrencilik edecek Abdullah Bedr el-Habeşî ile tanıştı.
Fas sonrasında Gırnata ve Kurtuba’ya geçen İbn Arabî Merakeş’te bulunduğu sırada aldığı mânevî işaretle, Endülüs’e bir daha dönmemek üzere Şam’da sonlanacak olan Doğu İslam ülkelerine doğru yapacağı seyahatlere başladı (596-597/1200). İlk hac yolculuğunu tamamladıktan sonra Ebû Medyen ile görüşmek üzere Bicâye şehrine geldi. Ancak Ebû Medyen’in kısa bir süre önce vefat etmesi sebebiyle bu görüşme gerçekleşemedi. Bunun üzerine Tunus’a giderek Abdülazîz el-Mehdevî ile görüştü (597/1201) ve ikinci bir hac yolculuğu yapmak üzere yola koyuldu.
Mısır, Kudüs ve Mekke güzergahını takip eden İbn Arabî, Halîl şehrinde Hakîm Tirmizî’nin eserlerini Zâhir el-İsfahânî’den okudu. Medîne’de Hz. Peygamber’i ziyaretin ardından Mekke’ye ulaştı (598/1202). Mekke’de bulunduğu süre zarfında Herevî’nin Derecâtü’t-tâibîn’ini Şerîf Cemâleddin’den okudu; Gazzâlî’nin İhyâ’sını da İbn Hâlid es-Safedî’ye okuttu; yirmi üç yılda tamamlanacak olan el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’yi yazmaya da bu sırada başladı. 601/1204 senesinde Mekke’den ayrıldı ve bir hac kafilesi ile Bağdat’a geldi. Daha sonra Musul’da bir yıl kaldı ve et-Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye adlı eserini burada kaleme aldı. Urfa, Diyarbakır, Sivas, Malatya, Konya gibi Anadolu şehirlerinde çeşitli vesilelerle bulundu.
Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ile birlikte yaptığı Konya yolculuğunda dönemin önemli sûfîlerinden Evhadüddin Kirmânî ile görüştü. Selçuklu sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a Dârülislâm’da zimmilerin durumunu hatırlatıcı muhtevaya sahip bir mektup kaleme aldı (609/1212). Devlet adamlarıyla olan ilişkisi yalnızca Selçuklu sultanlarıyla sınırlı kalmamış, Halep emîri el-Melikü’z-Zâhir ve Dımaşk emîri el-Melikü’l-Âdil ile de iyi ilişkiler içerisinde olmuştur.
İbn Arabî Fusûsu’l-Hikem’i telif ettiği (627/1230), el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’yi de yazıp gözden geçirdiği Şam’a 620/1223 yılında yerleşti. Burada eserlerinden bazılarını Sadreddin Konevî, Afîfüddin Tilimsânî ve İbn Sevdekîn gibi seçkin bir talebe grubuna okutma imkanı buldu. 22 Rebîülâhir 638’de (10 Kasım 1240) vefat etti, Kasîyun dağı civarındaki Benî Zekî kabristanına defnedildi. Bir süre sonra kendisine muhalefet edenlerin aleyhte propagandaları dolayısıyla kaybolmaya yüz tutan kabri, Mısır Seferi dönüşünde Yavuz Sultan Selim’in emriyle tespit edildi ve buraya İbn Arabî adına türbe, cami ve tekkeden oluşan bir tesis yaptırıldı.
Öğretisi
İbnü’l-Arabî tasavvufî düşünce tarihinde yeni bir döneme başlangıçtaki (Konevî ile birlikte) en merkezî ve belirleyici isimdir. Bu merkezîlik gerek İbnü’l-Arabî’nin tasavvufun teoriye ve pratiğe dönük hemen her alanında eser telif edişi gerekse kendisinden önceki tasavvufi birikimi yorumlayışı ve sonrası için muhtevanın farklı bir anlayışla aktarımında üstlendiği belirleyicilik rolü sebebiyledir.
İbnü’l-Arabi, sûfîler başta olmak üzere dilbilimcilerden kıraatçilere, fakihlerden muhaddislere, filozoflardan kelâmcılara geniş yelpazede pek çok farklı kaynağa, kişiye ya da ekole atıfla öğretilerini izaha çalışır. Özellikle tasavvuf bağlamında öncülleri olan Muhâsibî, Hakîm Tirmizî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî, Nifferî ve İbn Meserre isimleri zikredilmelidir. Diğerine nispetle muhtasar olarak nitelendirilebilecek eseri Fusûsu’l-hikem ile ansiklopedik çalışması el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de İbnü’l-Arabî’nin bilgi-varlık-ahlâka dair temel öğretilerinin izini sürmek mümkündür.
İbnü’l-Arabî’nin varlık düşüncesi ve bilgi anlayışı büyük oranda ilâhî isimler teorisine dayanır. Klasik tasavvuf tarafından bireysel ahlâk bağlamında idealleştirilen “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” prensibi, yeni dönem tasavvufunda metafizik bilginin ilkeleri olarak vaz’edilen ilahî isimler ile irtibatlandırılarak farklı bir çerçeveye taşınmıştır. Buna göre ilahi isimler Tanrı hakkında bilginin kaynağı ve varlığın ilkeleridir. Her şey bir ismin mazharı olarak varlığa gelmektedir, ya da bir başka ifade ile varlığa gelen her şeyin ilkesi ilahi isimlerdir. Bir şeyin varlığa gelişi, o şeyin kendi ismiyle ya da hakikatiyle tahakkuku demektir. Meselenin klasik tasavvuf ile irtibatlandırıldığı nokta da burasıdır. Bu bağlamda insanın bilkuvve sahip olduğu ilahi erdemlerin bilfiil hale getirilmesi suretiyle tanrısal ahlâkı elde edeceği fikri teorinin temel kabulüdür.
İbnü’l-Arabî ile birlikte tasavvufî düşünce pek çok yeni kavram ve muhteva ile buluşmuştur. Her ne kadar bu kavramlardan bazılarını İbnü’l-Arabî selefi kimi sûfîlerden tevarüs etmişse de kavramların bütünlüklü teorik izahı İbnü’l-Arabî ile mümkün hâle gelmiştir. Tecellî, zuhûr, a’yân-ı sâbite, ilâh-ı mu’tekad, velâyet ve nübüvvet, hatmü’l-velâye vd. pek çok kavramı bu bağlamda dile getirebiliriz.
Varlık Düşüncesi ve Metafiziği
Varlık düşüncesinde İbnü’l-Arabî’ye nispetle en çok tartışılan kavramların başında vahdet-i vücûd konusu gelmektedir. Her ne kadar doğrudan İbnü’l-Arabî bu kavramı kullanmamış olsa da takipçileri ve şarihleri tarafından onun öğretilerini izahta bu ıstılahtan hareketle üst bir kavramsallaştırmaya gidildiği söylenilebilir.
Vahdet-i vücûd “mutlak varlık” kavramı yani “varlık olmak bakımından varlık Hak’tır (Vücûd min haysü hüve vücûd el-Hak)” önermesini dikkate alan bir öğretidir. Burada mutlak varlıktan çokluğun yani âlemin nasıl çıktığı konusu en başta önem arzeden meselelerden biridir.
Tanrı-âlem ilişkisini İbnü’l-Arabî, a’yân-ı sâbite fikri ile izaha çalışır. A’yân-ı sâbite, nesnelerin ilahi ilimdeki hakikatlerini ifade eden bir kavramdır. İbnü’l-Arabî, birlik-çokluk sorununu bu fikirden hareketle çözmek istemiştir.
İbnü’l-Arabî’nin varlık anlayışında birlik-çokluk konusunda öne çıkardığı hususlardan birisi vücûd ve mertebeleridir. Buna göre vücûd belirli mertebelerde taayyün ederek kendisini izhar eder. Mertebelerin sayısına ilişkin İbnü’l-Arabî’de ikili, üçlü ve yedili olmak üzere farklı tasniflere rastlanmaktadır. Tasnifte görülen farklılık, mertebelerin gerçek değil itibarî oluşuna delalet etmektedir. Burada önem arzeden husus, mertebelerde zuhur eden Vücûd’un kendisidir. Hiyerarşi fikrinde tecellî eden varlık bir yönüyle idrak olunur; ancak mutlak kaydıyla Vücûd (lâ-taayyün mertebesi) asla bilinemez. Dolayısıyla Vücûd’un bilgisi varlık mertebelerinde zuhûr eden Vücûd’a ait bilgidir.
Bilgi Teorisi
İbnü’l-Arabî’nin bilgi teorisinde aklın metafizik bilgiyi elde etmesinin imkanına dair yetersizliğine dönük eleştiri büyük yer tutar. Bu bağlamda dile getirilen eleştirinin ana çerçevesi aklın nesnelere dönük vardığı hükümlerde benimsediği selbi/olumsuzlayıcı tavırdır. Dolayısıyla aklın Tanrı’ya ilişkin vereceği bilgi de tenzih yönü ağır basan bir yapıda olacaktır. İbnü’l-Arabî’nin sisteminde akıl gücünün karşıtı hayal gücüdür.
Hayal gücü -aklın soyutlaştırıcı tavrının aksine- Tanrı’ya ilişkin bilgide somutlaştıran ve teşbihi benimseyen bir tavır içindedir. İbnü’l-Arabî, Tanrı hakkında tam ve gerçek bilginin tenzih ve teşbih hükümlerini birleştirilmesi ya da bir başka ifade ile akıl ile hayal gücünün vardığı hükümlerin birliktelikleri ile belirlenmesi gerektiği görüşündedir.
İbnü’l-Arabî’nin bilgi anlayışı, yapmış olduğu ilimler tasnifinde bir yönüyle kendini gösterir. Bu tasnifin tasnîfu’l-ulûm literatüründeki kategorizasyonla uyuşması kısmen zor olup kendisine özgü bir karakterdedir. Buna göre İbnü’l-Arabî, delili öğrenmek ve incelemek suretiyle elde edilen aklî ilimler, zevk (tatma) ve yaşama ile erişilen hal ilimleri ve sır ilimleri şeklinde bir tasnif yapar. Aklî (teorik) ilimleri, ilmin bünyesinde kendi cinsinden şüpheleri barındırdığı dolayısıyla da doğruluk ya da yanlışlık ihtimalinin varlığı üzerinde durur. Akılcılar tarafından tanımlanması mümkün olamayan hal ilimleri ise, balın tadı, cinsel ilişkinin hazzına benzetilerek izah edilir. Burada bu ilmin sahiplerinin kendilerinden dolayı bazı şüpheler bulunabilir. Mesela tatma duyusundaki sorunlar dolayısıyla balı acı hisseden kişinin durumu buna örnek olarak gösterilir. Sır ilimleri ise akıl gücünün üzerinde, yalnızca peygamberlere ve velilelere tahsis edilen ilimdir.
Sır ilimlerini akıl gücü ile ilişkisi bağlamında kendi içerisinde iki ayrı grupta değerlendiren İbnü’l-Arabî, sır ilimlerinden bir kısmı her ne kadar akıl ile kavranabilen bir yapıda olsa da ilim kendisine tahsis edilen kişi bu ilmi, teorik bir çaba neticesinde elde etmiş değildir. Bu ilim vehbî bir karakterdedir. Sır ilimlerinin ikinci kısmını ise doğruluk yanlışlık konusunda rivayet ilimlerine veya sem’iyyata benzeştirerek izah eder. İbnü’l-Arabî burada daha çok bilginin kesinlik dereceleri bağlamında tasavvufî bilgiye yer bulmaya dönük bir tasnif yapma gereği duymuştur. Bu bağlamda İbnü’l-Arabî’de hakikat araştırmasında istidlal ya da tümevarımdan farklı olarak kalbin arındırılması veya riyâzet ile nefsin yetkinleştirilmesi sonucu erişilen bilgi ve mahiyeti önem arzeden bir husustur.
Öne Çıkan Eserleri
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye fî Ma’rifeti’l-Esrâri’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye: Dâru Sadr, Beyrût [t.y.]; trc. Ekrem Demirli, Fütûhât-ı Mekkiyye, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006.
Fusûsü’l-Hikem ve Husûsü’l-Kilem: thk. Ebü’l-Alâ Afîfî, Dârü’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrût 1980; trc. Ekrem Demirli, Fusûsü’l-Hikem, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006.
et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniyye: thk. Henrik Samuel Nyberg, Kleinere schriften des Ibn al-Arabi içinde, E.J. Brill, Leiden 1919.
Ankau Mugrib fî Ma’rifeti Hatmi’l-Evliyâ ve Şemsi’l-Mağrib: nşr. Âsım İbrahim Keyyâlî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût 2009.
İnşâü’d-Devâir: thk. Henrik Samuel Nyberg, Kleinere schriften des Ibn al-Arabi içinde, E.J. Brill, Leiden 1919.
el-İsrâ ilâ Makâmi’l-Esrâ: thk. Suâd el-Hakîm, Müessesetü’l-Câmiiyye, Beyrût 1988; trc. Muhammed Bedirhan, Mânevî Seferler, Nefes Yayınları, İstanbul 2012.
Meşâhidü’l-Esrâri’l-Kudsiyye ve Matâliu’l-Envâri’l-İlâhiyye: thk. Suâd el-Hakîm, Pablo Beneito, Las Contemplaciones de los Misterios içinde, Consejería de Cultura y Educación, Murcia 1994.
Mevâkiu’n-Nücûm: Mektebetü’l-Halebî, Kâhire 1325.
Mişkâtü’l-Envâr fîmâ Ruviye ani’n-Nebî mine’l-Ahbâr: thk. Muhammed Valsan, La niche des Lumieres içinde, Paris 1993; trc. Mehmet Demirci, Nurlar Hazînesi, İz Yayıncılık, İstanbul 1990.
Resâilü İbn Arabî, Matbaatü Cem’iyyeti Dâireti’l-Maârifi’l-Osmaniyye, Haydarâbâd 1948.