Kur’an’ın İbret Verme Yöntemi

Şüphesiz ibret verme, genel olarak bütün peygamberlerin (a.s), özel olarak da Peygamber Efendimizin (s.a.a), insanları hidayet etmek ve eğitmek için kullandığı eğitimsel yöntemlerden biridir.

Kur’an’ın İbret Verme Yöntemi

Kur’an’ın İbret Verme Yöntemi

Doç. Dr. Muhammed Rıza Kâimî Mukaddem

Özet

Şüphesiz ibret verme, genel olarak bütün peygamberlerin (a.s), özel olarak da Peygamber Efendimizin (s.a.a), insanları hidayet etmek ve eğitmek için kullandığı eğitimsel yöntemlerden biridir. Bu iddianın şahidi de Kur’an-ı Kerîm ayetleridir. Çünkü bu semavî kitapta yer yer kavimlerin ve milletlerin tarihi, başlarından geçenler, yaradılışın şaşırtıcı yönleri ve diğer hususlardan bahsedilmiş ve bu konulardan alınması gereken ibretler açıklanmıştır. Hatta bazı örneklerde ibret alma emredilmiştir. Bu, Kur’an-ı Kerim’in ibret verme yöntemi diye tabir edilebilir. Kur’an-ı Kerim’in bakış açısından bu yöntemin muhtelif boyutlarının incelenmesi, bu makalenin peşinde olduğu husustur. Bu yazıda işlenenler şunlardır: İbretin mahiyeti, bunun Kur’an’daki kavramının tanınması, ibret malzemeleri, ibret verme yönteminin tanımı, ibret temelleri, ibretin etki etme şartları, ibret verici konular ve nihayetinde ibret verme üslupları. Makalede, Kur’an ayetleri ve ilgili tefsirler bağlamında bu hususlar incelenmeye çalışılmıştır.

Giriş

İbret ilk bakışta öğüt ve nasihat anlamındadır ama kendi dakik anlamına göre bir tür düşünsel harekettir. Bu hareket esnasında ibret alan, görme ve duyma gibi duyusal mukaddimelerden faydalanır ve onlardan geçerek onların ötesindeki marifete intikal eder; mantıklı ve makul bir neticeye ulaşır. Eğitilende böyle bir hâli ortaya çıkarmak için ortam hazırlamayı da ibret verme yöntemi diye adlandırmak mümkündür. Bu makalede bu konunun Kur’an-ı Kerim açısından muhtelif boyutlarının incelenmesine çalışacağız. İbret nedir? İbret almak için hangi süreçten geçilmelidir? İbret verme yöntemi nasıl tanımlanabilir? Hangi üsluplarla ibret alma ortamı oluşturulabilir? Hangi konulardan ibret almak gerekir? Kimler ibret alırlar? Bunların hepsi, bu makalenin Kur’an açısından bakarak cevap vermeye çalışacağı sorulardır.

Kavram Tanıma

İbret “fi‘let” veznindedir ve ayn-b-r (‘ibr) kökünden türemiştir. Lügat bilimcilere göre bunun esası nüfuza ve bir şeyden geçmeye delalet eder.[1] Onun muhtelif müştaklarının tefsir etmek, ölçmek, geçmek, şaşırmak, bir sahilden diğer bir sahile geçmek gibi zikredilmiş çeşitli manaları vardır. Bunların hepsinde bir tür cereyan, intikal ve nüfuz idrak edilebilmektedir. İbret ve itibar için –ki ilki isim ve ikincisi mastardır- tedebbür ve düşünce, şaşırma,[2] ölçme ve imtihan, öğüt ve tezekkür, bir şeye ehemmiyet ve itibar vermek[3] gibi çeşitli anlamlar beyan edilmiştir. Aynı şekilde başka nazîrelerin ve benzerliklerin kendisine döndürüldüğü ve kıyaslandığı örnek ve esasa ibret denir.[4]

Halil bin Ahmed ibreti “geçmişten nasihat almak” şeklinde anlamlandırmıştır.[5] Ahmed bin Fâris bu alanda şöyle söylemiştir: “Bize göre itibar ve ibret, bir nehrin iki sahili gibidir. Çünkü her iki sahil birbirine nispetle ‘ibrdir. “اعتبرت الشی” dendiğinde sanki o şeye baktığında aklına getirdiğin anlamı, onun ‘ibridir. Onun karşısına koyarsın ve onunla mukayese edersin. Bununla beraber itibar عبری النهر lafzından türemiştir. Ondan sonra فا عتبروا یا اولی الابصار ayetini şahit olarak getiriyor ve onun açıklamasında şöyle diyor: “Sanki Allah demektedir ki bazı fiilleri yapmış olan ve bunun sonucunu da görmüş olan kimseye bakın. Onun yaptıklarını yapmaktan kaçının ki onun başına gelen, sizin başınıza da gelmesin.”[6] Ahmed bin Fâris’in bu beyanından, ibreti mukayese ve ölçmeyle beraber düşünce ve görüş, nihayetinde de öğüt ve nasihat anlamında aldığını anlıyoruz.

Her ne kadar ibret kelimesi yukarıdaki anlamlardan her biri için ayrı şekilde kullanılmış olsa da, zikredilen anlamlarının birbirlerine karşılık gelmediği görülmektedir. Aksine bakış atmayla ve zahirî bakışla başlayan, nihayetinde de öğüt almak ve o davranışa müdahil olmakla tamamlanan bir gamı teşkil eder. Diğer bir deyişle yukarıdaki anlamlardan her biri, bu anlam gamının bir boyutuna veya bir merhalesine işaret etmektedir. İbret, kendi ıstılâhî manasında bu anlam gamıyla uyum içindedir ve belki de onun için en kapsamlı kavram ve ıstılâhî tanım, Ragıb Isfahanî’nin yapmış olduğu tanımdır. O şöyle söylemiştir:

“İtibar ve ibret, cereyanında zahirî ve meşhud (gözlemlenebilir) bir marifetin, batınî ve gayrı meşhud bir marifetin idraki için bir vesile ve köprü oluşturduğu duruma özgüdür.”[7]

Bu tanıma göre ibret, bir tür düşünsel harekettir ki bu hareket esnasında ibret alan, (görülenler, duyulanlar gibi) duyusal mukaddimelerden istifade eder ve bunlardan geçerek, bunların ötesinde bir marifete intikal eder ve mantıklı ve makul bir neticeye ulaşır. Mesela insan, Hz. Musa ve Firavun’un hikâyesini dinlediğinde salt duymayla yetinmez. Onun cüziyatı üzerinde düşünür, bu cüzler arasındaki irtibatı tecziye ve tahlil eder ve şu neticeye ulaşır: Firavun’un kötü akıbeti, Hz. Musa’ya (a.s) karşı mütekebbirce davranışları ve Hz. Musa’nın (a.s) hidayetlerine karşı asilik etmesi dolayısıyladır. Sonra kendi konumunu Firavun’la mukayese eder ve şu neticeye ulaşır: Eğer ben de Firavun gibi Allah’ın emirleri karşısında durursam ve isyan yolunu izlersem, aynı akibete duçar olurum. Bazen aynı durum Kisrâ Sarayı gibi tarihî bir eser görüldüğünde veya kaza gibi canlı bir hadise sonucu ya da başka şekillerde ortaya çıkar.

Bununla beraber bu sürecin tamamı ibrettir ve yukarda zikredilen lügavî manaların çoğu, bir şekilde bu sürece dâhildir. Görmek ve duymak, tefekkür etmek, değişmek ve bir neticeye ulaşmak, içinde bulunulan durumu mukayese etmek ve nihayetinde öğüt almak, her biri bu sürecin bir parçası ve bir merhalesidir.

İbretin Farsça’daki en geleneksel ve en yaygın olan anlamı, işte bu sonuncu, yani öğüt ve nasihat alma anlamıdır ki aslında bu sürecin neticesidir. Ancak beyan edildiği gibi, bu anlam tek başına ibretin bütün anlamı olamaz ama diğer anlamlarını da hatırlatır. Elbette ibret kelimesi bu son bölüm için koyulmuş olabilir ama diğer anlamlar bu mananın gerekliliklerindendir. Onlar olmadıklarında bu son parça, yani öğüt ve nasihat tahakkuk etmez. Her halükârda mühim olan bu kelimenin Kur’anî kavramının beyanıdır ki konunun devamında bunu işleyeceğiz.

Kur’an’da İbret

Kur’an’da ibr kökünden “âbir”, “ta‘burûn”, “ibre” ve “i‘teberu” kelimeleri zikredilmiştir. İlki geçmek, ikincisi uykuyu tabir etmek anlamında olan kelimeler, bahsimizin dışındadır. Ancak bahsimize konu olan ibret ve i‘tibar yedi kez Kur’an’da geçmiştir; altı kez isim (ibret) ve bir kez de emir fiili (i‘tebiru) şeklinde. Bu ayetlerin hepsi incelendiği zaman Kur’an-ı Kerim’de “ibret”in, genel anlamıyla akıl ve düşünceden faydalanılarak (genellikle müşahede veya duyma yoluyla) elde edilen zahirî ve duyusal tanımanın batınî ve duyularla algılanamayan bir marifetin idrakine sebep olduğu bir süreç manasında olduğu anlaşılır. İnsan, müşahede edilebilir bir şeyden, müşahede edilemeyen bir şeye geçer.

Diğer bir deyişle ibretin Kur’anî kavramı, onun sözlükteki manalarından birine münhasır değildir. Aksine bir yerde o manaların bir gamını içine alır. Bu da konunun zahirî idrakini, onun üzerinde düşünmeyi, ölçmeyi ve mukayese etmeyi, nihayetinde de makul ve mantıklı bir neticeye ulaşmayı ve de öğüt ve nasihat almayı kapsar.

Bu sürecin tahlili ve bu iddianın doğruluğuyla ilgili şunlar söylenebilir:

Evvela yedi durumun hepsinde ilk önce konu, zahirî ve duyusal tanıma kendi ihtiyarında olsun diye muhataba beyan edilir. Bu konu hakikîdir; en azından zamanın bir bölümünde tahakkuk etmiş ve haricî bir varlık bulmuştur. Hepsi Allah’ın Peygamber’e (s.a.a) ve mü’minlere yardım ulaştırma kudretinden, düşmanların helâk olmasından veya Allah’ın cihanın ve varlıkların yaratılışı üzerindeki kudretinden bahsetmektedir. Bu ayetlerde Benî Nazîr kabilesinin kurduğu komplo hikâyesi (Haşr, 13), Hz. Yusuf’un iffeti ve Allah’ın onu hidayet etmesi (Yusuf suresinin tamamına yakını), Musa ve Firavun’un hikâyesi, Allah tarafından Firavun’a azap edilmesi (Nâziât, 15-26) gibi hepsi tarihî cereyanlar olan olaylar, ibret konusu edilmişlerdir. Aynı şekilde nimetler, dört ayaklılar ve onların beşere faydaları, özellikle temiz ve beyaz sütün kan ve pislik arasından çıkması (Nahl, 66 ve 67; Mu’minûn, 21 ve 22), bulutların yoğunlaşması sonucu kar ve dolu yağması, gece ve gündüzün değişimi (Nur, 43-44) gibi yaradılışın şaşırtıcılıklarından ve Allah’ın onların yaradılışı üzerindeki kudretinden kaynaklanan şeyler de ibretin konusu olmuştur.

İkinci olarak konunun beyanından sonra altı hususta ibretin varlığı ve bahsedilen konularda ders olduğu üzerinde durulmuştur.

“…Bunda görebilenler için ibret vardır.”[8]

Tekit edatından (in, tekit lamı, kad ve diğerleri) istifade edilmiştir. Bu da derslerin ve ibretlerin kesin olduğunu göstermektedir. Hatta Haşr suresinde açıkça öğüt alma ve ibret alma emredilmiştir:

“Ey basiret sahipleri, ibret alın.”[9]

Bu da bu konularda ibretin ve dersin varlığını anlatmaktadır. Muhatap bunu araştırmalı ve buna ulaşmalıdır.

Üçüncü olarak yukarıdaki ayetlerin çoğunda ibret alanın özelliğine işaret edilmiştir: “Basiret sahipleri”, “akledenler”, “saf akıl sahipleri” ve “huşû edenler” ayetlerde geçen özelliklerdir ve bu ibret alma cereyanında düşünme ve akıl etme unsurlarından istifade edilmedikçe neticeye ulaşmanın mümkün olmadığını anlatır.

Dördüncü olarak tarihî bir olaya bakarak veya bir hadiseyi müşahede ederek gerçek öğüt alma, kendi konumuyla, o olayda yer alan kişilerin konumunu kıyaslamadan mümkün olmaz. Zira bir olayın zahirî idraki, onun parçaları üzerinde düşünmek ve aralarındaki irtibatların keşfi, her ne kadar bir şeyin tanınması açısından insanın bilgilerini artırsa da, pratikte insana bir fayda sağlamaz. Bu husus, insan kendi konumunu onunla karşılaştırdığında faydalı olacaktır. Böylece olumlu hususlarda benzemek, olumsuz hususlarda da o olayla aynı tarafta ve aynı türde olmaktan kaçınmak için çaba göstermelidir.

Ama öyle görünüyor ki Kur’an-ı Kerim’de ibretin özel bir anlamı daha vardır ve o da menfi olaylardan ders ve öğüt almaktır. Başka bir deyişle Allah’ın emirlerine itaatsizlik ederek ilahi azaba uğrayan kavimlerin ve milletlerin tarihinden ve başlarından geçen kötü olaylardan ders almaktır. Zira evvela lügat kaynaklarının çoğunda ibret için öğüt ve nasihat anlamı verilmiştir. İkinci olarak ibretten bahseden ayetlerin çoğunda önce menfi cereyanlara, sonra onlarda ibretin bulunmasına işaret edilmiştir. Üçüncü olarak ibret kelimesine ilaveten başka kelimeler de bu anlama delalet etmektedir. Konunun devamında bu kelimelerin üzerinden kısaca geçeceğiz:

Ayet: Lügatte ayet kelimesi için çeşitli manalar zikredilmiştir: Nişan, alamet, delil, mucize, harikulade şey, deha, ibret, kelime, tek bir manayı ifade eden Kur’an’daki bazı kelime grupları gibi. Ancak onun en temel ve en yaygın manası –ki bütün bu manaların hepsi ona geri döner- alamet, nişan veya insanı kendi ötesindeki bir noktaya hidayet eden ve intikal ettiren bir delil anlamıdır. Diğer bir deyişle “ayet” maksada ulaşmak için vesile olan, teveccüh gösterilen şeydir. Bu mana yukarıdaki manaların tamamında bir şekilde idrak edilebilmektedir.

Ayet Kur’an-ı Kerim’de de muhtelif manalarda kullanılmıştır. Örneğin “İsrailoğullarına sor; biz onlara nice açık mucizeler verdik.”[10] ayetinde mucize; “Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir.”[11] ayetinde alamet; “Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır.”[12] ayetinde Kur’an ayetleri; “Siz, her yüksek tepede, ihtiyacınız olmayan bir yapı kurarak eğlenip durur musunuz?”[13] ayetinde yapı ve bina; “Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için, kurtaracağız.”[14] ayetinde ibret anlamında kullanılmıştır. Her ne kadar ayet için çeşitli manalar zikredilmişse de bu kelime en fazla ibretle eş anlamlıdır ve mana açısından ona en yakın kelimedir. Belki de onun Kur’an’daki en fazla kullanımı ibret anlamındadır. Özellikle kişilerin ve kavimlerin başından geçen kötü olaylar anlatılırken ve ان فی ذلک لآیه kalıbında bu olayların ibret olması hususuna işaret edilir.

Nikal: Nekl zayıf olmak ve aciz olmak ve de bağlar ve kısıtlamak anlamındadır. Bu sebeple atın ipine ve eyerine nekl denir. Zira atı kısıtlar ve bağlar.[15] Nikal diğerlerinin ibret alması için bir kimseyi aşağılama ve ona karşı hakaretâmiz davranışta bulunmaktır. Örneğin “İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: “Aşağılık maymunlar olun!” dediklerimizi elbette bilmektesiniz. Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakiler için de bir öğüt vesilesi kıldık.”[16] ayetinde nikal, ibret anlamında kullanılmıştır.[17] Zira Benî İsrail’in itaatsizliğinin ve isyanının sonucu olan bu tahkirin görülmesi, ibret kaynağı ve alıkoyucu olabilir.

Mesel: Mesel için de Kur’an’da delil, benzer, alamet, sıfat, hal, vaziyet ve diğer birçok anlam zikredilmiştir ki bunların kendi yerlerinde incelemeye tabi tutulması gerekir. Bazı ayetlerde mesel, ibret anlamında kullanılmıştır.

Örneğin فجعلناهم سلفا و مثلا للاخرین ayetinde[18] bu şekildedir. Bu ayet-i kerimede “Biz Firavun gibilerini geçmiştekiler ve helâk olanlarla beraber saydık ve gelecektekilere bir ibret karar kıldık.” ifadesi beyan edilmiştir. Meselden türeyen kelimeler arasında meselenin cemi olan meselât da vardır ve ibret alınacak belalar anlamında kullanılmıştır:

“Hâlbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir.”[19]

Ragıb diyor ki mesele, insana nazil olan bir beladır ve diğerlerinin korkması ve vahşete düşmesi için bir misaldir; diğerlerine ibret kaynağı olan nikal gibi.[20]

Tezkîr: Zikir, kalpte veya dilde (ya da zihinde) bir şeyin bulunması anlamındadır. Tezkîr ise zikrin çokluğu anlamındadır ve manası daha kapsamlıdır.[21] Bu kelime bazı ayetlerde ibret anlamında geçmiştir:

“Biz onlardan önce, kendilerinden daha zorlu nice nesilleri helâk ettik de ülke ülke dolaşıp kaçacak delik aradılar. Kaçacak bir yer mi var? Şüphe yok ki bunda, gönlü olana yahut görerek kulak verene ibret ve öğüt var elbet.”[22]

Beyan edilenlere teveccühle, öncesinde kavimlerin ve milletlerin başlarına gelen kötü haberlerin beyan edildiği, sonra bunlardaki ibretin varlığına işaret eden ayetlerin çoğunda, ibretin özel bir anlamı ifade ettiği sonucuna ulaşabiliriz. Bu da menfi olaylardan öğüt alınması gerektiğidir.

İbretin Esasları

Şimdiye dek bahsedilenlerden, genel manasıyla ibretin, tahakkuk etmesinde bazı unsurların etki ettiği bir süreç olduğu anlaşıldı. Bu unsurlardan herhangi birinin yokluğu, ibretin tahakkuk etmeyeceği anlamındadır. Bu unsurları “İbret esasları” diye adlandırıp şöyle sıralayabiliriz:

1. İbret Alan (Muteber):

İbretin gerçekleşmesinde ilk unsur ve en temel rükün, ibret alanın şahsıdır ve en aktif unsurdur. Çünkü inceleme, tahlil, mukayese, ölçme ve netice alma bu etken sayesinde gerçekleşir. Bir insan olmalı, tarihî olayı görmeli veya duymalı, onlar üzerinde düşünmeli, böylece makul olan ve istenen neticeye ulaşabilmelidir. Bu sebeple, Kur’an-ı Kerim’in de açıkladığı gibi, akıl ve basiret gibi bazı belli özelliklere sahip olmalıdır:

“Ey basiret sahipleri, ibret alın.”[23], “Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”[24], “Şüphesiz bunda Allah’tan sakınıp korkan kimseler için büyük bir ibret vardır.”[25]

Bu ayetlerin her biri kendi yerinde incelenecektir.

2. İbretin Konusu (Muteberun Fîh):

İbretin ikinci rüknü, konusudur. Yani ibret alanın zahirde irtibat kurduğu ve idrak ettiği olay veya vakadır. Bu konu dışarda tahakkuk etmiş ve gerçekleşmiştir. Şimdi bu tahakkukun aynı şekilde devam ediyor olması, gece ve gündüzün ardı ardına gelmesi, bulutlardan yağmur ve dolu yağışı gibi sürekli tekrarlanması veya geçmiş bir zaman diliminde ortaya çıkarak şimdi tarihin bir parçası olması, tarihî olaylar ve hikâyeler gibi tarih kitaplarında veya insanların hafızalarında yer alması, sözlü veya yazılı şekilde diğerlerine aktarılması mümkündür.

3. Şahsa İntikal Eden Ders veya Nasihat (Muteberun İleyh):

İbretin üçüncü rüknü, ferdin kendisine intikal ettiği algılanamayan ve görülemeyen husustur. Aslında bu, kendisi olmadan ibretin tahakkuk etmeyeceği, ibret sürecinin neticesidir.

Bu üç unsurdan başka ibret sürecini neticeye ulaştırabilecek olan şey, konu ve ibret alan arasında kurulması gereken özel bir irtibattır. Diğer bir deyişle konunun ve ibret alanın varlığı birbirinden ayrı olduğunda, ibretin tahakkuku için yeterli olmaz ve bir neticeyle sonuçlanmaz. Aksine bu ikisinin arasında özel bir irtibat kurulmalıdır. Konu ibret alana sunulmalı ve diğer bir deyişle ibret alanın ibret konusuna ilgisi çekilmelidir. Bu şekilde eğer diğer şartlar da sağlanırsa ibret tahakkuk eder ve şahsa öğüt ve nasihat intikal eder. Bu özel irtibat bazen kendiliğinden hâsıl olur. Yani eğitilenin kendisi ibretli olayla ve sahneyle yüz yüze gelir. Zahirî idrakten sonra o, düşünceye dalar ve ibret alma pozisyonunda yer alır. Bazen diğer bir şahıs duruma dâhil olur ve şahsın teveccühünü ibretli hususa yönlendirerek onu ibret alma pozisyonuna sokar. İbretin yöntemsel boyutunu takviye eden, bu ikinci varsayımdır. Konunun devamında bunu beyan edeceğiz.

İbret Verme Yöntemi

Beyan edildiği üzere ibret, insanın görülen bir marifetten, batınî ve görülmeyen bir marifete ulaştığı bir süreçtir. Bunun kendisi onun zahirî davranışında da değişim ortaya çıkarabilir. Bu hesapla ibret, eğitimsel bir husustur. Çünkü insanın davranışını ve motivasyonunu değiştirme yönünde amel eder. Ancak yöntem değildir, zira yöntem, eğitimcinin eğitilen üzerinde tesiri amacıyla yaptığı faaliyettir ve bu tanım, onun için geçerli değildir. Aksine ibret, zikredilen manasıyla eğitimsel bir yöntemin neticesidir. Bu alanda yöntem unvanıyla matrah edilebilecek olan şey “ibret verme yöntemi”dir. İbret alan ve ibret konusu arasındaki özel irtibattan kolayca ayrılabilir. Bu irtibatın oluşturulması, ibret alanın kendisi vasıtasıyla gerçekleştirilebilir ve ibret ortamı hazırlanabilir:

“Onlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.”[26]

Bu ayet-i kerimeye göre insanlar yeryüzünde dolaşarak ve geçmiştekilerin eserlerini görerek onların işleri, başlarından geçenler ve yaşamlarının muhtelif boyutları üzerinde düşünebilir, kendileri için ibret ortamını oluşturabilirler. Bu ortam başka bir şahıs, mesela bir eğitimci vasıtasıyla da hazırlanabilir. Bu durumda yöntemsel bir yöne de kavuşur. Zira eğitimci konuyu açıklayarak öğrenci için ibret alma ortamını hazırlar. Eğitimcinin bu faaliyetini “ibret verme yöntemi” diye adlandırmak mümkündür.

Kur’an’ın bazı ayetleri bu yönteme işaret etmektedir. Örneğin:

“Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat… İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.”[27]

“Nûh’un haberini onlara oku… Bak, uyarılan (fakat söz anlamayan)ların sonu nasıl oldu!”[28]

Yukarıdaki ayetlerde Allah “oku” ibaresiyle Peygamberine, Nûh’un ve kavminin haberlerini, Bel’am Baura’yı ve başından geçenleri (ve diğer tarihî olaylar ile kavimlerin ve milletlerin haberlerini) halka beyan etmesini emretmiş, böylece onların işlerinden ve kaderlerinden haberdar olarak yaptıklarının akıbeti üzerinde düşünmelerini (ve ibret almalarını) istemiştir. Bunun kendisi, ibret verme unvanıyla, eğitimsel bir faaliyettir ve eğitimci, yani Peygamber (s.a.a), eğitilenler üzerinde tesir bırakmak amacıyla yapar.

Bazı ayetlerde Allah, tarihî ve ibretli kıssaları beyan ederek bir şekilde “ibret verme yöntemi”ni kendisine nispet verir. Mesela Yusuf Suresi’nin başında şöyle buyurur:

“Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz…”[29]

Bu gerçek olayı ayrıntılı olarak beyan ettikten sonra da son ayette bu işin faydasına, yani ibret almaya işaret eder:

“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”[30]

Bununla beraber bundan sonra kısaca “ibret” diye adlandıracağımız ibret verme yöntemi için bu ayetlere açıkça dayanılabilir ve şu şekilde tanımlanabilir:

Tahakkuk etmiş bir cereyanın anlatılması, açıklanması veya gerçek bir hususun ya da etkilerinin sunulması, eğitilenin vicdanını harekete geçirme ve tembih etme ve bu yolla zahirî bilgilerin elde edilmesinden sonra, inceleme, tahlil etme ve düşünme ile onun ötesinde batınî bir marifete ulaşmasını ve ondan makul bir netice çıkararak gelecekteki seyr u sülûkunda bunları kullanmaya çabalamasını sağlama amacını taşır.[31]

İbretin Temelleri

Her yöntemin kullanılması mevcut gerçekliklere nâzır ve onun konusuyla irtibatlıdır. İbretin de temelleri ve çıkış yerleri vardır. Kur’an-ı Kerim’in, ibret ayetlerinin muhatabı olan insan hakkındaki ayetlerine başvurarak, ibretin temellerini beyan etmek mümkündür. Bu temellerden bazıları geneldir ve diğer yöntemlerde de temel unvanıyla matrah edilir. Bazıları da ibrete mahsustur. Konunun devamında iki türe de değineceğiz.

Genel Temeller

1. Hubb-u nefs insanın özelliklerinden biri ve yaptığı işlerin çoğunun mihveridir. Bu mana Kur’an-ı Kerim’de açıkça gelmemiş olsa da, insanın hallerinden ve davranışlarından bahseden ayetlerden birçoğunun zorunlu delaleti, bunu teyit etmektedir. İnsan maddî şeylere ve dünyanın aldatıcı zahirine muhabbet besler:

“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi…”[32]

“Malı da pek çok seviyorsunuz.”[33]

İnsan nefsin isteklerine uyar[34] veya birçok konuda meraklıdır,[35] Allah yolunda malı ve canıyla cihat etmekten,[36] hatta hakka tabi olmaktan kaçınır:

“Andolsun, size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız.”[37]

Bunların hepsi hubb-u nefsi yansıtmaktadır. Çünkü bu hususlara karşı hubb (sevgi) ve buğzun (nefret) kökü, hubb-u nefistedir. Maddî insan meselelerin iyiliğini ve kötülüğünü kendi aldığı lezzetle ölçer ve sonra onu cezbetmeye veya def etmeye çalışır. Elbette birçok durumda kendi fayda ve zararını teşhis etme hususunda hata yapar:

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[38]

Bu özellik, insanda etkilenme ve davranış değiştirme adlı başka bir hususiyeti ardından getirir. İnsan her zaman kendi çevresiyle karşılıklı ilişki içerisindedir ve etrafında gerçekleşen olaylara karşı farklı tepkiler gösterir. Diğer bir deyişle hubb-u nefse sahip olması sebebiyle kendi menfaatleri ve maslahatları esasınca davranışlarını değiştirir:

“Kendisine kötülük dokunduğu zaman sızlanır. Ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır.”[39]

2. Akıl etme, tefekkür ve düşünme de Kur’an-ı Kerim’de kendisine çokça işaret edilen diğer genel özelliklerden biridir. Aslında insanın en iyi hasleti ve Allah’ın diğer mahlûkatına karşı üstünlük ölçüsü olan bu özelliğe, Kur’an’da muhtelif suretlerde işaret edilmiştir. Bazen insanın idrak ve anlayış vesilesi olan fiziksel uzvundan söz edilmiştir:

“Şüphesiz bunda, kalbi (aklı) olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”[40]

Kalp burada insanın idrak ve anlayış merkezi anlamındadır. Bazen akıl etmeden bahsedilmiştir:

“İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar ki akıl erdiresiniz.”[41]

Tefekkür de zikredilmiştir:

“Düşünesiniz (tefekkür edesiniz) diye Allah size ayetlerini böylece açıklar.”[42]

Tedebbürü “Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler (tedebbür etsinler) ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”[43] insana nispet vermekte ve bazı durumlarda insanları, bu kuvveden istifade etmedikleri için kınamaktadır:

“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”[44] “Onlar, kendi nefisleri(nin yaratılış incelikleri) hakkında hiç düşünmediler mi?”[45]

Bu ayetlerin hepsi insanın yapısında düşünme kuvvesinin varlığını göstermektedir ve bu kuvvenin işi düşünme, ölçme ve değerlendirmedir.

Özel Temeller

1. Beşerî faaliyetlerin kanunlara ve kurallara uygun olması: İnsanların yaradılıştaki benzerliği, yaşamın muhtelif merhaleleri ve sonuçları –ki genel olarak yaradılış nizamının kanunlara uygunluğunu, özel olarak beşeri faaliyetlerin kurallılığını gösterir- ibretin temellerinden biridir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinden, Allah’ın insanla ilgili sünnetinin şöyle olduğu anlaşılmaktadır:

Evvela insanı birtakım merhalelerden geçirerek topraktan yaratıyor:

“Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) hâlinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık… Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”[46]

Nihayetinde ona, marifet araçlarıyla beraber güzel insan suretini bağışlıyor:

“Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah’tır. Size kulaklar, gözler, kalpler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.”[47]

İkinci olarak ona hidayet yolunu gösterip seçimi onun kendisine bırakıyor:

“Şüphesiz biz onu (ömür boyu yürüyeceği) yola koyduk. O bu yolu ya şükrederek ya da nankörlük ederek kat eder.” (İnsan, 3)

Sonra onun bütün amellerini kaydedip bunların hayır veya şer olmalarının mesuliyetini onun kendisine geri döndürür:

“Her insanın amelini boynuna yükledik… “Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” denilecektir. Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez…” (İsra, 13-15)

Üçüncü olarak mümin ve dürüst insanlara dünyada ve ahirette güzel ödül verecek ve ilahi hidayet yolundan çıkan, hakkı kabulden kaçınan ve kötü amellerde bulunanlara ağır bir azapta bulunacaktır:

“İman edip salih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onların mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha da fazlasını verecektir. Allah’a kulluk etmekten çekinenlere ve büyüklük taslayanlara gelince; (Allah) onları elem dolu bir azaba uğratacaktır ve onlar kendilerine Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulamayacaklardır.”[48]

Kur’an birçok ayette Allah’ın insana karşı bu davranış geleneğine değiniyor. Bu gelenek yaradılışın başından beri bütün insanlar için geçerliydi ve geçerli olmaya devam edecektir, değişmez:

“Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu bekliyorlar. Sen Allah’ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.”[49]

2. Olayların dışarıda kendini gösteren ve duyu organlarıyla idrak edilebilen bir zahiri, bir de kolayca ulaşılamayan bir bâtını vardır. İşlerde zahirin ve bâtının varlığı, bir diğerinin özel temelidir ve ibret ona dayalıdır. İbrette mühim olan bu ikisi arasındaki irtibatın keşfidir ve diğer bir ibareyle zahirden geçmek ve bâtına ulaşmaktır.

İbretin tahakkuku yukarıdaki temellere ve birbirleriyle karşılıklı ilişkilerine göre gerçekleşir. Bu meyanda insanın akıl etme ve düşünme hususiyetinin özel bir hesabı vardır. Çünkü tarihsel olayları duymak ve geçmiştekilerin eserlerini veya yaradılışın şaşırtıcılıkları görmek, üzerinde akıl edilmedikçe ve düşünülmedikçe ardından bir mana ve muhteva getirmez. Ruhsuz eşyalar gibi hedefsiz ve manasız şekilde insanın gözlerinin önünden geçer, gider. Bu sebeple Kur’an nerede ibretten bahsetse, onu akıl ve basiret sahiplerine nispet verir:

“Basireti olanlar için bunda elbette ibret vardır.”[50] “Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”[51]

Sonraki konuda bu nokta üzerinde daha fazla duracağız.

İbretin Tesir Etme Şartları

İbretler dünya kadar geniştir. Herhangi bir olguyu müşahede etmek veya herhangi bir cereyanı duymak insan için ibret dersi olabilir; insanı gördüğünün veya duyduğunun ötesinde bir marifeti idrake hidayet edebilir. Lâkin ibretleri idrak etmek için bir konusunun olması yeterli değildir; muhatapta istenen tesirin oluşturulabilmesi için bazı şartların ve ön koşulların var olması gerekir. Aksi takdirde pek bir etki bırakmayacaktır. Bu sebeple Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

“İbretler ne kadar çoktur ve ibret alan ne kadar az!”[52]

Bu amaçla Kur’an-ı Kerim, ibretleri açıklamasının ve anlatmasının ardından onların etki etme alanlarını beyan etmiş ve ibret ehli için bazı özellikler saymıştır.

1. Basiret, Akıl Etme ve Dirayet:

“Ba’sar” lügatte göz anlamında geçmek­tedir.[53] Göz, görme ve bilgi edinme vesilesi olduğu için basar, ilim anlamında da kullanılmıştır. Eğer bu zahirî görme, bâtınında daha fazla derinlik ve dikkat ile birlikte olursa, mevzu bahis konunun muhtelif taraflarına dair ilim elde edilir ve muhtelif boyutları şahıs için açıklık kazanırsa basiret şekillenir. Bu sebeple basiret burhan manasında[54] ve ibret manasında[55] da geçmiştir. Bununla beraber basiret, yani kalple görmek, bir hususla ilgili gerekli ilme ve bilgiye sahip olmak ve de onun muhtelif boyutları üzerinde düşünmektir. Öyle ki muhtelif, hatta gizli yönleri şahıs için açık ve net hale gelir. Elbette bu kavram kademelidir ve çeşitli dereceleri vardır. Bunun için özel sınırlar belirlenemez.

Kur’an-ı Kerim ibretleri beyan ettiği için iki yerde açıkça, sadece basiret sahiplerinin bu durumdan ibret alacağını ilan etmektedir. Biri Âl-i İmran Suresi’nde Bedir Savaşı cereyanı beyan edilirken ve Allah Müslümanlara bahşettiği acayip zaferden bahsederken üzerinde durduğu noktadır:

“Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.”[56]

Diğeri Nûr Suresi’nin 44. ayetinde bulutların yerini değiştirme, yağmur ve dolu yağdırma, gece ve gündüzün dönüşünden bahsederken, aynı cümleyi aynı özel tekitlerle beyan etmesidir. Bazı tefsirlere göre “ebsâr” burada maddî ve duyusal göz anlamında değildir. Aksine kastedilen akıl açısından görme ve anlamadır.[57] Bu, ibretin manasıyla daha uyumludur. Zira görmek için göz ve düşünüp idrak ederek ibretin hâsıl olması için basiret olmalıdır. Yoksa ibretler, gece-gündüz bütün anlarda gözlerin önünden geçmekte ama kalpler onları idrak etmemektedir.[58]

Kur’an bir yerde de basiret ehlini açıkça muhatap alarak onlara ibret almalarını emretmektedir:

“Ey basiret sahipleri, ibret alın.”[59]

Basirete ilaveten akıl etme de, Kur’an’da kendisine işaret edilen diğer bir kavramdır. Akıl esasen imsak ve alıkoymak anlamındadır. Istılahta ise bazen insanın ilmi idrak edebilmesi için vücuduna yerleştirilmiş kuvve-i müdrikeye akıl denir ve bazen de bu kuvve vasıtasıyla idrak edilen ve insana fayda sağlayan ilim için akıl tabiri kullanılır.[60] Bu kelime her ne kadar Kur’an’da bir isim şeklinde geçmiyorsa da fiilî olarak 49 defa Kur’an’da zikredilmiştir. Bunların çoğu da “ya’kilûn” ve “ta’kilûn” şeklindedir. Ama “leb”, “nehy” ve “hicr” gibi Kur’an’da geçen diğer kelimeler de akıl anlamındadır.

Bu konu hakkındaki ayetlerin tamamından, Kur’anî kültürde aklın, yani ilimleri idrak eden ve gerekli marifete sahip olan gücün, insanı dalaletten alıkoyduğu anlaşılmaktadır. Zira birçok ayette geçmişteki kişilerin, kavimlerin ve milletlerin sapkınlıklarından ve beğenilmeyen işlerinden ve onların helâk olmalarından bahsedilir. Sonra “Akıl etmez misiniz?” cümlesiyle insanları bu alıkoyucu gücü kullanmadıkları için kınar:

“Yazıklar olsun, size de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”[61] “Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hala akıl erdiremiyor musunuz?”[62]

Bazen Allah’ın kudretinin nişanelerinden ve nimetlerinden bahseder, sonra muhatapları bu ayetleri idrak etmeyerek neticesinde yoldan çıkmaları hususunda kınar:

“O, diriltendir, öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi de O’na aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”[63]

Her halükârda lügat manasına ve de Kur’an-ı Kerim ayetlerinin siyakına teveccühle akıl etme; düşünme, muhtelif meseleleri ve ilimleri idrak etme, kendi hidayeti doğrultusunda ve dalaletini ve sapkınlığını mahvetmek için onlardan istifade etmektir. Bu mana Kur’an-ı Kerim’in ibret ehli için zikredilmiş özelliklerden biridir:

“Şüphesiz (sağmal) hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır… Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır.”[64]

Başka bir yerde ibret almayı ulu’l-elbâba, yani halis akıl sahiplerine[65] nispet vermektedir:

“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”[66]

Bazen de bu grubu “ulu’n-nehy” ibaresiyle anar:

“Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ibretler vardır.”[67]

Nehy, nehiyenin çoğuludur; yani kötülüklerden nehyeden akıldır.[68]

2. Nefsin Selameti, Motivasyon ve İman:

Basiret ve marifete sahip olmak ve konu etrafında düşünmek kendi başına ibretin etki etmesi için yeterli değildir. Aksine eğitim alanın, nasihati kabul edebilmesi için salim fıtratının ve kuvvetli bir imanının olması, tarihten ve insanların başlarından geçenlerden ders almayı istemesi gerekir. Bu mana, Kur’an-ı Kerim’de ibret ehlinin özelliklerinden biri unvanıyla beyan edilen “haşyet” kelimesinde aranabilir. Nâziât suresinde Hz. Musa’nın (a.s) ve Firavun’un hikâyesi kısaca anlatıldıktan sonra şöyle beyan edilir:

“Şüphesiz bunda Allah’tan sakınıp korkan kimseler için büyük bir ibret vardır.”[69]

Haşyet, şiddetli korku anlamındadır. Ragıb bunu, çoğunlukla korktuğu şeye dair ilimle beraber olan, yüceltmeyle karışık korku anlamında kabul etmektedir. Bu sebeple “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.”[70] Haşyet âlimlere münhasır kılınmıştır (Ragıb Isfahânî), zira ulema, sair halka göre cihanın yaradılışı, hedefleri, Yaradan’ın azameti, ahiretteki ödül ve cezaları hakkında daha fazla bilgiye sahiptir.

Allâme Tabâtabâî Nâziât suresinin 27. ayetinin zeylinde şöyle söyler: Manası şudur ki bu hikâyede haşyeti olan, içgüdüsel olarak bedbahtlıktan ve azaptan korkan kimse için ibrettir ve insan böyledir. Bununla beraber bu cereyanda fıtratı üzere müstakim olan insan için ibret vardır.[71] Şeyh Tûsî de kendi tefsirinde ibret almanın sadece “men yehşa”ya özgü olduğunu beyan ediyor. Çünkü bu cereyan üzerinde düşünerek ibret alan ve fayda sağlayan sadece odur, yoksa kâfir Allah’ın azabından korkmaz. Bu sebeple Bakara suresinin ikinci ayetinde şöyle buyurur:

“Takva sahiplerine yol göstericidir.”[72]

Takva ve Allah’tan korkma, insanın O’na inandığı ve iman ettiği zamandan beri vardır. İman olduğu sürece nasihat alma, ibretleri idrak etme ve Allah’a yakınlaşmak amacıyla onları yaşamda kullanma da olacaktır.

“Şüphesiz bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler vardır.”[73]

Başka ayetler de bu noktaya işaret etmektedir:

“Şüphesiz, ahiret azabından korkanlar için bunda bir ibret vardır…”[74] “Orada, elem dolu azaptan korkacaklar için bir ibret bıraktık.” (Zâriyât, 37)

Bu iki ayet-i kerimede ayetlerin siyakına teveccühle, ayet ibret anlamındadır ve ahiretin acılı azabından korkan kimselere nispet edilmiştir.

Açık bir şekilde ibret ehli için beyan edilmiş olan yukarıdaki şartlara ilaveten, Kur’an ayetlerinde başka özellikler de geçmektedir. Bu ayetlerde her ne kadar ibret açıklanmamış olsa da, ayetlerin siyakı ibretli konuların beyanıyla ilgilidir ve ibret ehlini, onu anlamaya ve idrak etmeye davet etmektedir. Ayetlerde düşünme: “Şüphesiz bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler vardır.”[75], tefekkür: “İşte tefekkür eden bir toplum için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.”[76], bilme: “Şüphesiz bunda bilen bir kavim için bir ibret vardır.”[77], işitme: “Şüphesiz bunda ibretler vardır. Hâlâ duymayacaklar mı?”[78] gibi bazı özellikler zikredilmiştir. Bu özelliklerin hepsi birbiriyle irtibatlıdır ve birbirlerini tamamlarlar.

Kur’an ayetlerinde ibret ehli için zikredilen özellikleri bir araya toplayarak şöyle söyleyebiliriz: Bu dalların hepsi bir şeye geri dönmektedir. O da ibret ehlinin ibretleri anlayabilmesi için yüksek bir idrak ve marifet gücüne (basirete) sahip olması gerektiğidir. Diğer bir deyişle yukarıdaki dalların hepsi birbiriyle sıkı bir irtibat içerisindedir ve marifet sürecinin muhtelif merhalelerini teşkil ederler. Marifet süreci duyu organlarıyla, yani görme ve duymayla başlar. Bunun neticesinde zahirî bilgi ve ilim ortaya çıkar. Bu zâhir ilim üzerinde tefekkür ve akıl etme ile onun muhtelif tarafları tahlile ve incelemeye tabi tutulur. Sonra konu hakkında gerekli olan marifet, diğer bir deyişle basiret hâsıl olur. Eğer akıl ve takva (haşyet) imanla beraber bu basirete eklenirse, başka bir ibareyle ona yardıma gelirse ibret hâsıl olur. Bu durumda gerçek marifet ve basiret, kelimenin gerçek anlamıyla (yani meseleleri tüm yönleriyle tanıma ve seyr u sülûkta onu kullanma ve ondan istifade etme) tahakkuk etmiştir.

Belki de Emiru’l-Muminin’in (a.s) Nehcu’l-Belağa’nın 153. hutbesindeki sözleri bu gidişata işaret ediyor ve bu çıkarımı teyit ediyordur:

“Gören insan; doğru bir şekilde duyan ve düşünen, doğru bir şekilde bakan, sonra bilgi sahibi olan ve ibretlerden öğüt alan, sonra aydınlık bir yoldan geçen ve uçurumlara düşmekten, çıkmaz sokaklarda kaybolmaktan uzak duran kimsedir.”

Bu durum sadece onun imanından kaynağını alan ilahi takva yardımıyla mümkün olur. Zira:

“(Zamanın) ibretleri, gözünün önündeki cezalar (arasından) kendisine aşikâr olur (ve ondan öğüt ve ibret alırsa), takvasını şüphelere düşmekten korur.”[79]

İbretleri ve hikmetleri içeren ve de hidayet kitabı olan Kur’an’ın kendisi, bu nokta üzerinde durmaktadır:

“Takva sahiplerine yol göstericidir.”[80]

Bununla beraber ibret verme yönteminin tesir etme alanı, meseleleri tanıma ve idrak etme kudretine sahip olan ve bu meseleleri tahlil edebilen kimselerle sınırlıdır. Elbette bu özelliğin mertebeleri vardır, güçlüsü ve zayıfı vardır ve neticede kişilerin marifet kudreti birbirinden farklıdır. Bu yüzden ibretli konular ve de bunun muhtelif kişilere nasıl sunulacağı da farklı olacaktır. Eğitimci, kendi öğrencisine dair bilgisine dayanarak en münasip üslubu seçmelidir.

İbret Verme Üslupları

Bu yöntemin tanımında beyan edildiği gibi, ibret verme, eğitilen kişiye tahakkuk etmiş bir durumun ve bir cereyanın anlatılması, açıklanması ve sunulmasıdır. Bu cereyan ibretin konusu veya başka bir ibareyle kaynağıdır ve bu yöntemin kullanılması, ona teveccüh etmeden gerçekleşemez. Bu yüzden bu iki bahsi aynı yerde inceleyeceğiz.

Genel bir bakışta ibret verme üsluplarını iki şekilde beyan etmek mümkündür.[81] Biri beyan, anlatım ve sunum şekilleri itibarıyla ve diğeri ibretli konular itibarıyla.

a) Beyan, Anlatım ve Sunumların Niteliği İtibarıyla İbret Verme Yöntemleri:

1- Anlatılanlar ve bildirilenler şeklinde: Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim tarih kesitlerine veya dünyanın yaradılışından sahnelere ve bunun şaşırtıcılıklarına işaret ederek bunları anlatıyor. Sonra muhatabını, ondan ibret almaya davet ediyor. Mesela Haşr Suresi’nde İslam’ın doğduğu tarihin bir köşesine işaret ederek, özetle Allah’ın Peygamber’ine (s.a.a) yaptığı yardımlardan birini anlatıyor:

“O, kitap ehlinden inkâr edenleri ilk toplu sürgünde yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın emri onlara ummadıkları yerden geldi. O, yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey basiret sahipleri, ibret alın.”[82]

Müfessirlerin söylediğine göre bu ayet ve sonraki ayetler, Medine sakini Yahudi kabilelerden Benî Nazîr’in ahdini bozmasıyla ilgilidir. Onlar Peygamber’le (s.a.a), Peygamber’in (s.a.a) lehine veya aleyhine bir girişimde bulunmayacaklarına dair anlaşma yapmışlardı ama ahitlerini bozdular ve onu katletmeye kalkıştılar. Allah Cebrail vasıtasıyla Peygamber’i bu komplodan haberdar etti. Peygamber (s.a.a) onları Medine’den çıkma veya savaşma arasında seçim yapma konusunda serbest bıraktı. Önce çıkmayı kabul ettiler ama münafıkların vesvesesiyle ve onların himayesine güvenerek kararlarını değiştirdiler ve savaşı kabul ettiler. Onlar hem kalelerinin sağlamlığına bel bağlamışlardı, hem de münafıkların kendilerini himaye etmesinden mağrurlardı. Bu sebeple Müslümanları yenme ve Medine’de kalma hayalleri kuruyorlardı. Ancak Allah onlara kalp yoluyla saldırdı. Onların kalbine öyle bir korku ve vahşet düşürdü ki kendi elleriyle kendi sağlam kalelerini harap ettiler ve zilletle Medine’den çıkarıldılar.[83]

Ayet-i kerimenin alınmasını emrettiği ibret, Allah’ın kendi evliyasına yardım ve düşmanlarını zillete düşürme hususundaki kudretinin idrak edilmesidir. Bunu iki tarafın da tahmin edemeyeceği bir yoldan yapmıştır. Ne Müslümanlar, Benî Nazîr’in kendi sağlam kalesinden dışarı çıkacağını düşünüyorlardı, ne onların kendisi bu yenilgiye inanıyordu. Aksine sağlam kalelerinin, kendilerini ilahî öfkeye ve Müslümanların hamlesine karşı koruyacağına inanıyorlardı. Öyleyse hem Müslümanlar, hem de küffar, bu nusretten ve beklenmedik yenilgiden ders almalı ve hakikati idrak etmelidirler.

2. Hikâye şeklinde: Kur’an-ı Kerim’in muhataplarına ibret vermek için kullandığı üsluplardan biri, hikâye şeklinde anlatımdır. “Hikâye genel anlamıyla, belli matematiksel temel üzerine kurulu sanatsal bir iştir ve yazarı bir veya birkaç hadise, vaziyet, kahraman ve çevreyi anlatım, diyalog veya her iki dili kullanarak yaratır.”[84] Hikâye dili, yazarın kendi maksadını daha sade ve daha açık anlatabildiği bir dildir. Aynı zamanda muhatabını dolaylı olarak özel bir hedefe doğru hidayet ve irşad eder. Kıssa ve hikâyede mühim olan nokta, her hikâyenin kendine has inceliğinin ve letafetinin olmasıdır. Hikâyenin sunum biçimi kıssa yazarının, muhatabının ruhiyesine ve temayüllerine dair bilgisine dayanır. Bu bilgi ne kadar fazla olursa hikâye sahnelerini kurgulama ve kahramanlarını tanıtmadaki mahareti ve hüneri o kadar fazla kendini gösterir. Kur’an-ı Kerim insana dair derin bir bilgiye sahip olduğundan, güzelce bu işin uhdesinden gelmiştir. Bu konu kendi yerinde beyan edilmelidir.

Kur’an hikâyeleriyle ilgili çok önemli olan ve bu hikâyeleri beşerî hikâyelerden farklı kılan bir diğer nokta, onların gerçek olmasıdır. Kur’an tarihî hakikatleri hikâye şeklinde beyan eder:

“Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz…”[85]

Oysa beşerî hikâyeler ya tamamen hayalî ve kurgusaldırlar veya hayal ve gerçeğin karışımıdırlar.

Her halükârda Kur’an-ı Kerim bazen bütün ayrıntılarıyla beraber hikâye anlatmaktadır, bazen de bir olayın bazı sahnelerine veya bölümlerine işaret etmektedir. Örneğin Hz. Yusuf’un (a.s) hikâyesi, Kur’an’ın muhataplarına ibret verme hedefiyle anlattığı uzun hikâyelerden biridir. Surenin başlarında Allah, Peygamber’ine (s.a.a) en güzel hikâyeleri anlattığını buyuruyor:

“Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki daha önce sen bunlardan habersiz idin.”[86]

Sonra Yusuf’un (a.s) rüyasıyla hikâyeyi başlatıyor. Bu, onun çocukluğunda gördüğü ve babasına anlattığı bir rüyadır:

“Bir zamanlar Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.”[87]

Hz. Ya’kub (a.s) genel olarak rüyanın tabirine işaret etti, sonra onu kardeşlerine açıklamamasını tembihledi. Sonra Kur’an-ı Kerim, Hz. Yusuf’un yaşamının ayrıntılarını anlatıyor, onun başına gelenlerden bahsediyor ve cazip bir üslupla ve sanatla tek tek sahneleri işliyor. Öyle ki muhatap, hikâyenin devamı için sabırsızlanır. Sonra hikâyenin sonunda, bu hikâyenin gerçek olduğuna ve ibret alınması gerektiğine işaret ediyor:

“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.”[88]

Bu hikâyenin bütün sahnelerinde çokça nasihat ve ibretli nokta vardır ama burada bunları zikretmeyeceğiz. Ancak aklı başında olan bütün muhatapların duyduğunda zihinlerinden geçecek olan genel çıkarım şudur: Eğer insan Allah’ın hâlis kulu olur ve kulluğunda bir an bile Allah’tan gaflet etmezse bütün sebepler onun yok olması ve zilleti için bir araya gelse de ona bir zarar gelmez ve de Allah hayatın bütün dalgalanmalarında ona yardımcı olarak hidayet eder.

3. Yolculuk ve seyahat: İbret verme üsluplarından bir diğeri yolculuk ve seyahattir. Önceki iki üslupta bahsedilen, ibretli cereyanların betimlenmesi ve beyan edilmesiydi. İşitme duyusu yoluyla muhatabı tefekküre zorluyordu. Ancak bu üslupta ibretli sahneler gösterilir, eğitilen bunları görerek düşünceye dalar ve bu sahnelerin sahiplerinin yaşamı, kudreti ve başlarından geçenler üzerinde düşünür. Bu üslupta eğitimci eğittiği kimseyi alır, zâlimlerin saraylarının viraneleri, sütunlar, mezarlar, dinî binalar, tasvirler, mağaralar, denizler ve karalar gibi geçmiştekilerden geriye kalan eserleri görmeye götürülür ki kendisi görsün ve düşünsün. Bu sahnelerden her birinin, karanlıklarının içinde binlerce dilleri vardır, sözler söylerler ve her akıl sahibini tefekküre zorlarlar.

Kur’an-ı Kerim birçok ayette bu üslup üzerinde durur. Bazen emir şeklinde insanları yeryüzünde dolaşmaya davet eder:

“De ki: “Yeryüzünde dolaşın da suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.”[89] “…Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.”[90]

Bazen de kınama sorusuyla insanları bunu yapmaya davet eder. Diğer bir deyişle insanları, yeryüzünde dolaşmadıkları veya dolaştıkları halde gördükleri üzerinde düşünmedikleri için kınar:

“(Yine) onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.”[91]

Bu davetin gözettiği bazı mukaddes hedefler vardır ve muhtelif ayetlerde bunlara değinilmiştir. Bu hedefler arasında kalplerin uyanması,[92] kudret, kuvvet ve maiyet açısından günümüz insanlarından üstün olan geçmiştekilerin akıbetinin idrak etmesi,[93] günahkârların ve yalancıların akıbetinin,[94] yaradılış âleminin niteliğinin ve onu yaratanın azametinin ve kudretinin idrak edilmesi[95] vb. sayılabilir. Bunlardan her biri tek başına insanlara nasihat ve ibret vermek için yeterlidir.

b) İbretli Konulara Göre İbret Verme Üslupları

Beyan edildiği üzere ibret konuları ve kaynakları çoktur. Her olgu, ilahî ayetlerden bir ayettir ve bir mesaj taşır. İbreti gören bir göze sahip olan herkes, bu olgular arasından dersleri ve mesajları çıkarabilir. Bu yüzden bunlardan her birine dönüş ve eğitilenlerin teveccühünü buna yöneltme, ibret verme üsluplarından biri sayılabilir. Kur’an-ı Kerim kişilere ibret vermek için, onları muhtelif konulara başvurmaya yönlendirir. Konunun devamında bunların en önemlilerine değineceğiz:

1. Tarihe başvurma: Kur’an-ı Kerim’in insanlara ibret vermek için sunduğu konuların çoğu tarihtendir. Bazen İslam’ın ortaya çıkış tarihini, mesela Bedir Savaşı’nda olanları ve Allah’ın Müslümanlara yaptığı ilginç yardımları (Âl-i İmran, 13), Benî Nazîr’in Peygamber’le (s.a.a) olan anlaşmasını bozarak ona komplo kurması hikâyesini (Haşr suresinin ilk ayetleri) vb. anlatır, bazen geçmiş milletlerin ve kavimlerin tarihinden ve başlarından geçenlerden bahseder. Örneğin Nûh, Lût, Âd, Semûd, Benî İsrail, Ashab-ı Eyke, Seba ve diğer kavimlerin tarihinden söz eder. Nitekim bunlara Kur’an’ın muhtelif surelerinde değinilmiştir. Bazen de eski zamanlarda yaşamış belli şahsiyetlerin yaşamlarını beyan eder. Örneğin Kâbil, Kârun, Ebrehe, Nemrud, Bel’am Baura (A’raf, 175 ve 176) gibi kimselerin hikâyelerini anlatır. Bu cereyanların her birinde birçok dersler ve ibretler vardır ki görüş ve düşünce ehli bunları idrak edebilirler.

2. Nefse başvurma: İnsanı ibret ve ders almaya davet eden konular arasında, insanın kendi yaradılışı üzerinde tefekkür etmesi vardır. Mesela insan kimdir? Eskiden o kimdi? Nasıl yaratıldı ve kendisine hangi nimetler verilmişti? Nihayetinde nereye ve nasıl gitti? Bunların hepsi, üzerinde düşünüldüğünde ona ibret kaynağı olabilecek şeylerdir. Kur’an-ı Kerim birçok ayette bu noktalara değinmektedir. Zâriyât suresinde arayanlar için yeryüzünde ve nefislerinde yakîn olduğu beyan edilir:

“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?”[96]

Diğer ayetlerde insanın nasıl yaratıldığına ve onun ilk maddesine işaret eder ve insanı bunun üzerinde düşünmeye çağırır:

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, erkek ve kadının beli ile kaburga kemikleri arasından atılagelen bir sudan yaratılmıştır.”[97]

Kıyamet gününde tekrar canlanacağına dair şüphe eden kimseye Kur’an, kendisinin en başta yoktan var edildiğini hatırlatmaktadır:

“İnsan, daha önce hiçbir şey değil iken kendisini yarattığımızı düşünmez mi?”[98]

Her halükârda bir grup ayet, insanı kendisi, geçmiş ve gelecek yaşam ve ölüm hakkında düşünmeye davet ediyor. İnsan bu hususlar üzerinde düşünerek, onların ötesindeki derslere ve ibretlere ulaşabilir.

3. Tabiat ve cansız varlıklara başvurma: Yeryüzünün ve gökyüzünün yaradılışı, gece ve gündüzün birbirini izlemesi, şimşek, yıldırım, zelzele, rüzgâr, sel ve tufan gibi doğal olgular:

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”[99]

“Görmez misin ki Allah, bulutları sevk eder. Sonra, onları kaynaştırıp üst üste yığar. Nihayet yağmurun, onların arasından yağdığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ (gibi bulut)lardan dolu indirir de onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de geri çevirir. Bu bulutların şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alacak. Allah, geceyi ve gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basiret sahibi olanlar için bir ibret vardır.”[100]

Otların, bitkilerin, ağaçların ve meyvelerin yetişmesi:

“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır.”[101]

İnsanı ibret almaya davet eden böyle başka konular da vardır.

Yaradılışın azameti ve niteliği üzerinde düşünmek ve de varlığın muhtelif açıları, bu olgulardan her birinin faydaları üzerinde tefekkür etmek insanı şaşkınlığa düşürmekte ve bunları Yaradan’ın kudreti ve azametine doğru hidayet etmektedir.

4. Hayvanların yaradılışlarındaki şaşırtıcı yönlere başvurma: Kur’an’ın ibret kaynağı unvanıyla tanıttığı konulardan bir diğeri dört ayaklılar, hayvanlar ve onların sağladığı faydalardır. Kur’an bazen hayvanlarda bulunan ibretin varlığını ve onların faydalarını, özellikle insanların besin kaynağı olan süt veya bal gibi lezzetli içecekleri açıklamaktadır:

“Şüphesiz bunda dinleyecek bir toplum için bir ibret vardır. Şüphesiz (sağmal) hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (süzülen) içenlere halis ve içimi kolay süt içiriyoruz. Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır. Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.” Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.”[102]

“Hayvanlarda sizin için elbette bir ibret vardır. Onların içlerindeki sütten size içiririz. Onlarda sizin için daha birçok faydalar da vardır ve onlardan yersiniz de. Onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız.”[103]

Yeri geldiğinde insanı hayvanların ve yaradılış âlemindeki diğer varlıkların nasıl yaratıldıklarına dair gafletleri ve ilgisizlikleri yüzünden kınamaktadır:

“Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.”[104]

Zira insan gaflet uykusundan uyanır ve mahlukât ve ilahî nimetler üzerinde düşünürse gizli sırlar onun yüzüne açılır, görülenlerin ve duyulanların ötesindeki öğretilere ulaşır. Sonra bunları yaşamında davranış ve amel ölçüsü olarak belirler.

Her halükârda Kur’an’da birçok ibret verici konu vardır ki bunlar, zikrettiğimiz konulardan birine döner. Bunlardan her birine müracaat etmek ve ilgi göstermek, ibret yöntemlerinin bir üslubu olabilir.

Sonuç

Bahsedilenlere bakılarak Kur’an’ın bakışına ve kendi genel manasına göre ibretin, (çoğunlukla görme ve duyma yoluyla elde edilen) zahirî ve duyusal bir bilginin akıl ve düşünce yardımıyla batınî ve duyusal olmayan bir marifeti idrak etmeyi sağladığı bir süreç olduğu söylenebilir. Böylece insan görülen bir husustan, görülmeyen bir hususa intikal eder. Onun özel manası ise menfi cereyanlardan ders ve nasihat almaktır. Diğer bir deyişle tarihten ve Allah’ın emirlerine uymayarak ilahî azaba uğramış kavimlerin, milletlerin ve şahsiyetlerin sergüzeştinden ders almaktır. İnsanda böyle bir halin oluşturulması için ortam hazırlanmasına ibret verme yöntemi denir. Bu yöntem, Kur’an-ı Kerim’in muhataplarını hidayet etmek ve eğitmek için geniş şekilde kullandığı en önemli yöntemlerden biridir. Çünkü bu semavî kitabın birçok yerinde kavimlerin ve milletlerin tarihinden, onların başlarından geçenlerden, yaradılışın şaşırtıcılıklarından ve diğer hususlardan bahsedilmiş ve hatta bazı örneklerde ibret alınmasını emretmiştir. Bu semavî kitap, bazen insanın tarihe, kavimlerin ve milletlerin sergüzeştine müracaat etmesini, bazen insanın nefsine ve yaradılış âleminin şaşkınlık veren yönlerine bakmasını salık vererek, bazen de insanı yeryüzünde seyahat etmeye davet ederek insanın ibret alması için gerekli ortamı hazırlamak istemiştir.

Kaynakça

Kur’an-ı Kerim.

Nehcu’l-Belağa.

Bestânî, Mahmud (1371 hş), İslâm ve Hüner, Meşhed: Bonyâd-ı Pejuheşhâ-yi İslâmî-yi Âstân-i Kuds-i Rezevî.

Ferâhîdî, Halil bin Ahmed (1414 h), Tertîb-i Kitâbu’l-Ayn, Kum: İntişârât-ı Usve.

Feyz-i Kâşânî, Muhammed bin Şah Murtazâ (1334 h), es-Sâfî fî Tefsîri’l-Kur’an, Tahran: (İntişârât-ı) Mahmûdî.

Fuyûmî, Ahmed bin Muhammed (1414 h), Misbâhu’l-Munîr, Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye.

İbn Fâris, Ahmed (1410 h); Mucemu’l-Mekayîsi’l-Lügat, Beyrut: Daru’l-İslâmiye.

Kutub, Seyyid (1408 h), Fî Zilâli’l-Kur’an, Beyrut: Dâru’ş-Şurûk.

Nehlâvî, Abdurrahman (1418 h), Terbiyet-i Bi’l-İbre, Dimeşk: Dâru’l-Fikr.

Râgıb Isfahânî, Hüseyin bin Muhammed (t.y.), Müfredât-ı fî Garîbu’l-Kur’an, Tahran: el-Mektebetu’l-Murtezeviyetu’l-İhyâ-i Âsâru’l-Coğrafya.

Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin (t.y.), el-Mîzân fî Tefsîru’l-Kur’an, Kum: Menşurât-ı Cemaatu’l-Müderrisîn fî’l-Havzatu’l-İlmiye.

Tabersî, Fazl bin Hasan (1408 h), Mecmeu’l-Beyân fî Tefsîru’l-Kur’an, Beyrut: Daru’l-Ma’rife.

Tehânevî, Muhammed Ali (1996), Mevsua-yı Keşşâf-ı Istılâhâtu’l-Fünûn ve’l-Ulûm, Beyrut: Mektebe-i Lübnan Nâşirûn.

Tureyhî, Fahreddin bin Muhammed (1408 h), Mecmeu’l-Bahreyn, Tahran: Defter-i Neşr-i Ferheng-i İslâmî.

Tûsî, Muhammed bin Hasan (t.y), et-Tıbyân fî Tefsîri’l-Kur’an, Beyrut: Dâr-ı İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî.

Zübeydî, Muhammed Murtazâ (1385 h), Tâcu’l-Arûs min Cevâhiru’l-Kâmûs, Kuveyt: Daru’l-Hidâye.


[1]     İbn Fâris (1410 h.)

[2]     Zübeydî, 1385 h., c. 12.

[3]     Fuyûmî, 1414 h.

[4]     Tehânevî, 1996, c. 1.

[5]     Ferâhîdî, 1414 h., c. 2.

[6]     İbn Fâris, 1410 h., c. 4.

[7]     Ragıb Isfahanî, yine bkz. Zübeydî, 1385 h., c. 12.

[8]     Âl-i İmran, 13.

[9]     Haşr, 2.

[10]    Bakara, 211.

[11]    Bakara, 248.

[12]    Âl-i İmran, 7.

[13]    Şu’arâ, 128.

[14]    Yunus, 92.

[15]    Ragıb Isfahânî.

[16]    Bakara, 65-66.

[17]    Allâme Tabatabâî, c. 1.

[18]    Zuhruf, 55 ve 56.

[19]    Ra’d, 6.

[20]    Ragıb Isfahânî.

[21]    Ragıb Isfahânî.

[22]    Kâf, 36-37.

[23]    Haşr, 29.

[24]    Yusuf, 111.

[25]    Nâziât, 26.

[26]    Muhammed, 10.

[27]    A’raf, 175 ve 176.

[28]    Yunus, 71-73.

[29]    Yusuf, 3.

[30]    Yusuf, 111.

[31]    İbret verme şu şekilde de tanımlanabilir: Eğitilene tahakkuk etmiş bir hususun ve cereyanın anlatılması, açıklanması veya sunulması yoluyla onun vicdanını harekete geçirme, uyandırma ve söz konusu cereyanı incelemek, tahlil etmek ve parçaları arasındaki irtibatı keşfetmek için onu düşünmeye zorlamak ve de bu fikirsel sürecin, mantıklı bir neticeyle sonlanması ve onun amellerini ve davranışlarını değiştirme yönünde müessir olması durumudur.

[32]    Âl-i İmran, 14.

[33]    Fecr, 20.

[34]    Rûm, 30.

[35]    Hucurât, 12.

[36]    Tevbe, 81.

[37]    Zuhruf, 78.

[38]    Bakara, 216.

[39]    Mearic, 20 ve 21.

[40]    Kâf, 37.

[41]    Bakara, 242.

[42]    Bakara, 266.

[43]    Sâd, 29.

[44]    Muhammed, 24.

[45]    Rum, 8.

[46]    Mü’minûn, 12-14.

[47]    Secde, 7-9.

[48]    Nisâ, 173.

[49]    Fâtır, 43.

[50]    Âl-i İmran, 13.

[51]    Yusuf, 111.

[52]    Nehcu’l-Belağa, 297. Hikmet.

[53]    el-Ferâhidî, 1414 h., c. 1.

[54]    İbn Fâris, 1410 h., c. 1.

[55]    Ragıb Isfahânî).

[56]    Âl-i İmran, 13.

[57]    Tabersî, 1408 h., c. 2.

[58]    Seyyid Kutub, 1408, c. 1.

[59]    Haşr, 2.

[60]    Müfredat.

[61]    Enbiyâ, 67.

[62]    Yâsin, 62.

[63]    Mü’minun, 80.

[64]    Nahl, 66 ve 67.

[65]    Müfredat.

[66]    Yusuf, 111.

[67]    Tâ-Hâ, 128.

[68]    Ragıb Isfahânî.

[69]    Nâziât, 26.

[70]    Fâtır, 28.

[71]    Allâme Tabatabâî, c. 20.

[72]    Tûsî, c. 10.

[73]    Hicr, 75.

[74]    Hûd, 103.

[75]    Hicr, 75.

[76]    Yunus, 24.

[77]    Neml, 52.

[78]    Secde, 26.

[79]    Nehcu’l-Belağa, 16. Hutbe.

[80]    Bakara, 2.

[81]    Bu konuyla ilgili bkz. Nehlâvî, Abdurrahman; et-Terbiyetu bi’l-İbre; 2. Bölüm.

[82]    Haşr, 2.

[83]    Bkz. Tefâsîru’l-Mîzân, Mecmeu’l-Beyan, Sâfî ve Fî Zilâli’l-Kur’an, ilgili ayetin zeylinde.

[84]    Bestânî, 1371, s. 65.

[85]    Kehf, 13.

[86]    Yusuf, 3.

[87]    Yusuf, 4.

[88]    Yusuf, 111.

[89]    Neml, 69.

[90]    Nahl, 36.

[91]    Rûm, 9.

[92]    “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac, 46)

[93]    Bu konuyla ilgili bkz. Yusuf/ 109, Rûm/ 9 ve 42, Fatır/ 44, Mü’min/ 21 ve 72, Muhammed/ 10.

[94]    Bu konuyla ilgili bkz. En’am/ 11, Neml/ 69.

[95]    “De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Ankebût, 20)

[96]    Zâriyât, 20-21.

[97]    Târık, 5-7.

[98]    Meryem, 67.

[99]    Bakara, 164.

[100]  Nur, 43-44.

[101]  Nahl, 67.

[102]  Nahl, 65-69.

[103]  Mü’minun, 21-22.

[104]  Gâşiye, 17-21.

Güncelleme Tarihi: 13 Aralık 2021, 08:14
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER