Hayatı
Sadrü’l-Hukemâ ve Sadrü’l-Müteellihin olarak anılan Molla Sadrâ 1570 veya 1571 yılında Şiraz’da doğdu. Babası Şiraz’ın önde gelen isimlerinden birisiydi ve bazı kaynaklarda vezirlik yaptığı söylenmektedir. Sadrâ ilk eğitimini kendisi de bir âlim olan babası İbrahim’den aldı.
Babası vefat ettikten sonra Sadrâ yirmili yaşlarında Safevî İran’ının ilim ve kültür merkezi olan İsfahan’a gitti. Burada dönemin önde gelen âlimlerinde aklî ve naklî ilimler okudu.
Hocaları arasında dönemin büyük âlimleri olan Mir Damad, Şeyh Behâî ve Mir Findiriksi bulunuyordu. Mir Damad’dan aklî ilimleri, Şeyh Behâî’den ise naklî ilimleri mütalaa etmiştir. Mir Findiriksi’den de İbn Sînâ’nın Şifâ’sını okumuştur.
Molla Sadrâ İsfahan’dan sonra tekrar doğduğu yer olan Şiraz’a dönmüş ve burada Han Medresesi’nde dersler vermeye başlamıştır. Ancak bazı âlimler tarafından rahatsız edilince Kum’un köylerinden birisi olan Kaheka yerleşmiş ve burada yaklaşık on beş yıl inziva hayatı yaşamıştır. Bu inziva döneminde ibadet ve riyâzet ile meşgul olmuş ve vaktini nefis tezkiyesi ile geçirmiştir.
Bu dönemin sonunda telifle meşgul olmaya başlamış ve ilk olarak felsefî sistemini ortaya koyduğu el-Hikmetü’l-müteâliyye fi esfâri’l-akliyyeti’l-erba’a adlı kitabını yazmıştır.
Esfâr, Sadrâ’nın sonraki bütün eserlerinin temelini oluşturmuştur. Sadrâ, inziva hayatı bittikten sonra Şah I. Abbas’ın isteği üzerine tekrar Şiraz’a dönmüş ve burada ders vermeye başlamıştır. 1640 veya 1641 yılında yedinci kez hac ziyaretine giderken veya dönerken yetmiş yaşında Basra yakınlarında vefat etmiştir.
Öğretisi
Molla Sadrâ Hikmet-i Müteâliye olarak adlandırılan felsefe ekolunun kurucusudur. Bu ekol Yeni-Eflâtuncu bir ilke olan hakikatin birliği anlayışını varlık merkezinde temellendirmeye çalışmaktadır. Molla Sadrâ bu felsefî ekolde aklî, naklî, keşfî ve şuhûdî yöntemlerden yararlanarak felsefî anlayışını ortaya koymuştur. Hakikatin birliği ilkesini benimsediğinden vahiy, burhan ve irfanın tek bir hakikatin farklı mertebeleri olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bunu da irfanı burhanîleştirdiğini söyleyerek yaptığını iddia etmiştir. Pek çok eserinde bunu layıkıyla yapabilen ilk kişi olduğu için kendisini övmektedir.
Molla Sadrâ’nın Hikmet-i Müteâliye’sini kendisinden önceki felsefî ekollerden ayıran temel özellik onun varlık-mahiyet ayrımında benimsediği görüştür. Asâlet-i vücûd ve mahiyetin itibariliği olarak adlandırılan bu görüşüne göre, varlık âleminde gerçekten bulunan şey varlıktır ve mahiyet tek hakikat olan varlığın farklı mertebelerinden elde edilen itibari bir kavramdır. Buna göre mahiyetin dış âlemde bir menşe-i intizaı yani soyutlama kaynağı olsa da kendisi bir mevcut olarak dış âlemde bulunmamaktadır. Böylece İslâm felsefesinin temel dayanaklarından birisi olan varlık-mahiyet ayrımı nihai şekline Molla Sadrâ’nın elinde ulaşmış olmaktadır.
Molla Sadrâ temel gerçeklik nedir sorusuna temel gerçeklik mahiyet değil vücûdtur diye cevap verdikten sonra, kesret meselesini ele almaya geçer. Zira gerçeklik âleminde adı vücûd olan tek bir hakikat bulunuyorsa kesretin nasıl mümkün olduğunun açıklanması gerekir. Molla Sadrâ bu meseleyi teşkîk-i vücûd yani varlığın teşkîkîliği görüşüyle çözmeye çalışmıştır. Buna göre dış âlemin bizzat kendisini oluşturan varlık, âriflerin iddia ettiği gibi şahsi bir vahdete sahip değildir. Buna karşılık varlık teşkîki, yani derecelenmeyi kabul edecek bir şekilde mertebelerden oluşmaktadır ve bu mertebeler kesretin gerçekten de var olmasını mümkün kılmaktadır. Molla Sadrâ’nın bu görüşü vahdette kesret, kesrette vahdet olarak adlandırılmaktadır.
Kesret meselesine de bu şekilde cevap verdikten sonra Molla Sadrâ varlığın hakikiliği doğrultusunda evrenin ontolojik statüsünü yeniden ele almaya geçer. Molla Sadrâ’dan önce Vâcibü’l-Vücûd olan Tanrı ile mâ-sivâ-Allah olarak kabul edilen evren arasındaki ilişki iki taraflı olan illet-malûl ilişkisi şeklinde düzenlenmişti. Ancak Molla Sadrâ malûlün illetten müstakil bir varlığı olamayacağını ve onun ancak râbıt olan bir varlığının bulunabileceğini söylemiştir. Buna göre mebde ile evren arasındaki ilişki illet-malûl ilişkisi değil, tecelli ile tecelli eden veya tezahür eden ile tezahürler arasındaki ilişki olmaktadır. Molla Sadrâ’nın bu görüşüne “malûlün râbıt olması” denmektedir. Buna göre malûl olan evrenin varlığı bizzat nispetin kendisi olmaktadır. Yoksa nispetin taraflarından birisi olan malûl olarak değil.
Molla Sadrâ’nın asaleti vücûd anlayışının sonuçları olan teşkîk-i vücûd ile râbıt olarak malûl anlayışı onun Hikmet-i Müteâliye felsefe ekolunun ayırt edici özelliklerini de oluşturmaktadırlar. Molla Sadrâ’nın diğer bir önemli görüşü ise maddi âlemle ilgili olan “hareketi cevheri” görüşüdür. Bu görüş de yine asaleti vücûd anlayışının doğal bir sonucudur. Molla Sadrâ’dan önce hareketin Aristocu gelenek doğrultusunda sadece dört araz kategorisinde gerçekleştiği varsayılıyordu. Yani hareket sadece arazlarda gerçekleşebilirdi. Harekette konunun süreklilik ve vahdetini korumayı amaçlayan bu görüşe göre cevherde hareket mümkün değildir. Zira eğer arazlara ek olarak cevherde de hareket mümkün olsaydı bu hareketin başından sonuna kadar neyin değişime veya harekete konu olduğu sorusunu cevapsız bırakacaktı. Ancak Molla Sadrâ bu görüşe karşı çıkarak hareketin sadece dört araz kategorisinde değil, cevher kategorisinde de gerçekleştiğini ve bunun konunun süreklilik ve vahdetine bir helal getirmediğini delilleriyle ileri sürmüştür. Ona göre arazların cevherden ayrı ve müstakil bir varlığı bulunmadığından, cevherde hareket olmadan arazlarda hareketi açıklayabilmek mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle Molla Sadrâ’nın söylemek istediği cevherde hareket olmadıkça arazlarda da hareketin mümkün olamayacağıdır.
Böylece Molla Sadrâ’nın Hikmet-i Müteâliye felsefe ekolünü kendisinden önceki felsefe ekolleri olan Meşşâîlik ve İşrâkîlikten ayıran temel görüşlerin neler olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır. Bunlar:
Asalet-i vücûd ve mahiyetin itibariliği
Teşkîk-i vücûd
Malûlün râbıt olması
Hareketi cevherî
Bunlara ek olarak Molla Sadrâ’nın ittihad-i akıl ve makul, cismanî haşrin imkânı, nefs beden düalizminin aşılması olan nefsin hudusta cismanî ve bekada ruhanî olduğu görüşü, basit olan hakikatin içinde her şeyi barındırdığı, nefsin basitliği ve vahdetinde bütün yetiler olduğu ve benzeri görüşleri de bulunmaktadır. Ancak bunlar yenilik olmalarından daha çok önceki filozofların reddettiği ve Molla Sadrâ’nın temel felsefî eğilimi doğrultusunda yeniden ele alıp temellendirdiği konulardır.
Temel Soruları
Hakikatin birliği nasıl temellendirilmelidir?
Vahiy, burhan ve irfan arasındaki ilişki hakikatin birliği esasında nasıl düzenlenmelidir?
Varlık mı yoksa mahiyet mi hakikidir?
Tek bir hakikat ve gerçeklik hakiki olan bir kesrete nasıl imkân vermektedir?
Beden-nefs düalizmi nasıl aşılabilir? Cismanî haşr nasıl mümkündür?
Öne Çıkan Eserleri
el-Hikmetü’l-Müteâliye fi Esfari’l-Akliyeti’l-Erba’a (Esfar veya el-Esfarü’l-Erba’a): Dar-ü İhyaü’l-Turas, Beyrut 1981.
Şevâhidü’r-Rubûbiyye fi’l-Menâhici’s-Sülükiyye: nşr. Seyyid Celaleddin Aştiyani, Meşhed 1346/1967, 1360; Tahran 1981.
el-Meşâir: thk. Henry Corbin (Fransızca çevirisiyle birlikte), Tahran-Paris 1964-1982-1988.