Ma'rifetu'n-Nefs: Allame Tabatabaî Mektebenin Odağı
Diğer bir nokta, talimatların ma'rifetu'n-nefs ekseninde gelmesidir. Bunun sebebi de ma'rifetu'n-nefsin tam anlamıyla ma'rifetu'r-Rab olmasıdır. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s)[1] ve Emirulmü'minin Ali (a) muhtelif beyanlarında bu noktaya değinmişlerdir: “Nefsini bilen Rabbini bilir.”[2] Yahut Emirulmü'minin Ali (a) başka bir nuranî beyanında şöyle buyurur: “Nefsini bilmenin cahili olan herşeyin cahilidir.”[3]
Şu halde ma'rifetu'n-nefs, Allame Tabatabaî'nin (rh) mektebinde ciddi bir eksendir. Çünkü muhles olma makamına ve saf tevhide ulaşmak için aslî yol, aynı zamanda kestirme, en az zahmetsiz, en yakın ve en emin yol ma'rifetu'n-nefse dikkat, odaklanma ve yönelme tarikidir. Çeşitli açıklamalar bu anlama delalet etmektedir. Allame Tabatabaî, kıymetli kitabı el-Mizan'da bu delillerden bazılarına değinmiştir. Elbette ki el-insan Kable'd-Dunya fi'd-Dunya ve Ba'de'd-Dunya üçleme risalesinde ve el-velaye risalesinde de özel olarak bahsi geçen konular için bu kısa makalede ele almaya fırsatımızın olmadığı hem kanıt ikame etmiş hem de ayetler ve rivayetler zikretmiştir. Ama başlangıç seviyesinde aşinalık için Kur'an'dan bu meselelerle ilgili bazı ayetleri gözden geçireceğiz.
Paha biçilmez el-Mizan tefsirinde Maide suresinin 105. ayetini yorumlarken bu konudan genişçe bahseder. Ayet şöyledir:
“يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ”[4] Yani “Ey müminler, size gereken kendinize dönüp bakmanızdır.” (اَلزِمُوا اَنفُسَکُم) Sakın nefislerinizi unutmayın. “لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ” “Bu yoldan sapıp zarara uğrayanlar sakın sizi bu yoldan saptırmasın.”
Yahut Allah'ın mead ve kıyameti gözetleme tavsiyesinden sonra “Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın.”[5] buyurduğu mübarek Haşr suresindeki ayet gibi başka ayetler. Ayet, merhum Allame'nin süluk menzillerinde birkaç erbainlik orta menzillerde üzerinde durduğu nokta olan murakabeyi emretmektedir.
Sonraki ayette “وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ”[6] buyurulmaktadır. Yani “Sakın Allah'ı unutan kimselerden olmayın.” Eğer böyle olursa Allah da size kendi nefislerinizi unutturur. Öyleyse bu sözün mefhumu muhalifi şudur: Eğer kişi Allah'ı unutmak istemiyorsa kendisini unutmamalıdır. Bu nokta, merhum Allame'nin sülukunda son düstur ve nihaî merhaledir. Elbette ki talimatlarda buyurduğu özellikli yöntemlerle.
Allame'nin Eğitim Ekolünün İlkeleriBaşlangıç seviyesindeki bu aşinalıktan ve belirtilen girişten sonra sıra Allame Tabatabaî'nin (rh) eğitim mektebinin ilkelerini ortaya koymaya gelmektedir. Allame Tabatabaî'nin eğitim mektebinde birkaç kesin ilke vardır:
Tüm düsturların Kitab ve Sünnet'e dayanması ve dinin zâhirî hükümlerinin emrettiği çerçevenin dışına çıkılmaması.
Nefsin özellikle vurgulanması, insanın daima nefsini gözetim altında tutması ve kalbin Allah'ın güvenli haremi olmasına odaklanma. (Kalp Allah'ın haremidir.) Sakın bu kalbe tevhidden başka bir şey girmemelidir.
“Allah'ın haremi Allah'tan başkasıyla huzur bulmaz.”[7]
Üstad Saadetperver (rh) şöyle buyurur: “Dinde temel ilke şudur ki, İslam'ın kıymetli Peygamberi'nin (s) risaleti, dinin zâhirini Müslümanların geneline iletmektir. Yani dinin zâhirinde vacip, haram, müstehap, mekruh vs. ne varsa Müslümanlar onlarla amel etmek durumundadır.”
Sonra şöyle buyurur: “Dinin zâhiri herkes içindir. Diğer bir ifadeyle, dinin zâhirlerine uyulması, küfür ve İslam'ı zâhirde birbirinden ayıran şeydir. Bu mertebeden başlayarak İslam ve imanın üst aşamalarına varmaya uzun bir yol vardır. Tıpkı Kur'an gibi. Bu semavî Kitap, onun ayetleri ve kelimeleri kainatın tamamının muazzamlığı ölçüsünce derinliklere sahiptir.
“O elbette asil Kur'an'dır. (77) Korunmuş bir kitaptadır. (78) Ona temiz olanlardan başkası el süremez. (79)”[8]
Kitabın hakikatı “Asıl kitap”tadır.[9] O makamda harf, kelime, cümle ve Kur'an'ın sözlü ayetlerinden bahsedilmez. Bilakis orada herşeyin hakikatı vardır. Bundan dolayı dinin zâhiri, Ehl-i Beyt'in (a) kelimelerinin zâhirinden ve Kur'an'ın zâhirinden elde edilir. Zâhirî buyruklara tâbi olmakla insanın kalbi yavaş yavaş dinin bâtınına aşina olmaya başlar. Bu meselenin şahidi[10] Kur'an ayetleri ve İmam Sâdık'tan (a) gelen sözdür.
Şöyle buyurur: “İmanın basamaklar halinde on derecesi vardır. İnsan bu basamakları adım adım çıkmalıdır.” Sonra şöyle buyurur: “Oradan basamak basamak yükseğe çıkar.” İnsan çokça gayret göstererek ve uzun erbainlerle imanın mertebelerini basamak basamak kateder. Bu nedenle sözünün devamında şöyle buyurur: “En yüksek mertebelerde olan kişi, herkesin kendisi gibi anlamasını, amel etmesini, onun gibi itikada sahip olmasını beklememelidir.” Sonra şöyle buyurur: “Yüksek mertebelerin itikadını aşağı seviyedeki mertebelere; kalbi, bedeni ve ruhsal mizacı o meseleyi kaldıracak tahammül ve kabiliyette olmayan kişiye yüklememek gerekir.”[11]
Aynı şekilde çok sayıda ayet de vardır. Mesela şöyle buyrulur: “Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin” İlim sahiplerinin dereceleri vardır. Bu derecelerin, onların sahip olduğu ilmî dereceler nedeniyle olduğu ortadadır. Dolayısıyla Allame Tabatabaî'nin (rh) mektebinde bahsedilen, dinin zâhiri ve bâtınıdır.
Dinin Zâhir ve Bâtını Olduğuna ŞahitlerŞayet bu ilkelerin pratik olarak kendini nerede gösterdiği sorulacak olursa, mesela itikatlarda gerekli olan, kişi İslam ve küfrün sınırına girdiğinde tevhide ve Rasul-i Ekrem'in (s) risaletine itikattır.
Tevhide itikat ilmu'l-yakin mertebesinde, insanın istidlal ve kanıtla elde edeceği inanç mertebesidir. Bu mertebe kabul edilebilir, ama yeterli değildir. Çünkü Kur'an'a göre Allah'ın evliyası Allah'tan ilmu'l-yakin ile yetinmiyordu. Mesela Hz. İbrahim (a) daima Rabbinin dergahına başvuruyor, ağlıyor ve niyazda bulunuyordu: “Allahım, beni aynu'l-yakin ve daha yükseğine çıkar.” Sonunda Hz. İbrahim'in (a) duasına icabet edildi. Nitekim ayet şöyle buyurur: “Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.” Buradan anlaşılıyor ki âlemin ve onun ardından da dinin melekutu var. Allah'ın evliyası da aynu'l-yakin mertebesinde ve daha yükseğinde (hakku'l-yakin) onun peşindedir.
Diğer bir örnek ilahî ahkâmda en büyük fariza olan namazdır. Kur'an'da muhtelif ayetlerde görülmektedir ki, ilk mertebede namazın zâhirine bağlılık emri verilir. “Namaz kıl, güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar” Fakat Allah'ın mübarek Maide suresinde abdest, gusül ve teyemmümden bahsettiğini görüyoruz. Şöyle buyruluyor: “Allah size güçlük çıkarmak istemiyor.” Yani hüküm getirmekle meşakkat vermek ve sizi zahmete sokmak istemiyoruz. “Fakat sizi temizlemek istiyor.” Bilakis sizi temizleyip arındırmak ve Üzerinizdeki nimetimizi tamamlamak istiyoruz: “Üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz.” Şu halde, namazın bâtını taharettir ve taharetten murad da manevîdir. Çünkü daha önce taharet “toprakla” ve “suyla” buyurulmuştur. Namazla elde edilen bu taharet namazın zâhrî değil bâtınî hükümlerinin parçasıdır.
Mübarek Nisa suresindeki başka bir şahitte şöyle buyurulmaktadır: “Ey iman edenler, sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” Kişi eğer sarhoş haldeyken namaz kılarsa namazda ne yaşanır? Namaza nasıl bir halel gelir ki bâtıl olur? Şöyle buyuruluyor: “Ne söylediğinizi bilinceye kadar.” Demek ki Rabbimiz burada hükmün gerekçesini beyan etmektedir. İnsan kalp huzuruyla namaz kılmalı ve ne dediğini bilmelidir. Yani sarhoşken kaybedilen ve bu hükme sebep olan şey. Şuurun kaybedilmesi, namazla ve onda olması gereken kalp huzuruyla ilgilidir.
İnsan ayet-i şerifeyi süluk bakımından analiz edecek olursa kalp huzurunun olmadığı her namaz, velev ki fıkhen sahih olsa ve iadesi gerekmese de manevî ve bâtınî bakımdan bu namaz hoşnut olunmayacak bir namazdır. Bunun delili de namaz konusunda gelmiş başka ayetlerdir. Mesela şöyle buyurulur: “Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”
İnsan, bâtını olan hakiki namazı eda ederse onu kötülüklerden ve çirkin şeylerden alıkoyar. Halbuki kişi namaz kılar ve namazdan sonra günah işlemeyi sürdürürse namazı fıkhî bakımdan sahihtir ama dinin bâtını açısından bâtıldır. Dolayısıyla kılınan namazın gerçek namaz olmadığı bellidir. Çünkü gerçek namaz olsaydı o namazı kılanı kötülük ve çirkinlikten alıkoyması gerekirdi. Şu halde bu noktalardan çıkan sonuç şudur ki, dinin sadece zâhir ve bâtını yoktur, bilakis aslında sâlikin zâhirî hükümlerden istifadesinin mizan ve kriteri, dinin ve hükümlerinin bâtınına ve hakikatine odaklanmasıdır. Sâlikin, namazda namazın bâtınına dikkat kesilmesi ölçüsünce. Bu kritere uyduğunda namazı gerçekten eda etmiş olacaktır. Aynı kritere göre de namazın etkilerinin vücuduna yayılması beklentisi içinde olabilir. Öyleyse dinin bâtına sahip olması ilkesi sırf teorik bir ilke değildir. Aksine tamamen pratik bir ilkedir ve sâlike amelinde yardımcı olur.
Dinin Bâtınî Hükümlerini Zâhirinden İstinbatŞimdi soru şudur: Namazın bâtınına erişebilmek için ne yapmalıyız? Acaba dinin zâhirî buyruklarında bu konulardan bahsedilmiş midir? Yoksa seçkin bir şahsiyet gelip dinin bâtın ahkâmını, kalp huzurunu kazanmanın yol ve yöntemini, tahareti, kötülük ve çirkinlikten kaçınmayı vs. Allah'ın Kur'an'da beyan ettiği ve rivayetlerde geçen hükümleri dinin zâhirlerinden çıkarmalı ve bir eğitim ekolünün ahlak düsturları mecmuası olarak açıklamalı mıdır? Tam da dinin zâhir ahkâmını ayetler ve rivayetlerden istinbat eden bir fakih gibi. Bu sorunun cevabı şudur ki, dinin zâhirî ahkâmında hükümleri ayetlerden ve rivayetlerden çıkarıp müminlerin istifadesine sunacak bir âlime ihtiyaç duyduğumuz gibi, dinin bâtınî hükümler alanında da böyle bir âlime muhtacız. Çünkü dinin bâtınî hükümleri Masumların (a) sözleri içinde ve Kur'an'ın ayet-i şerifelerinde beyan edilmiştir. Mesela ayette “Sarhoşken namaza yaklaşmayın.” buyurulmuştur. Peki sarhoşluk nedir? Akla gelen ilk anlam şarabın verdiği sarhoşluktur. Bu doğru bir anlamdır. Fakat şarabın sarhoşluğu gibi başka bir sarhoşluk da var mıdır?
Rivayetlere ve Kur'an ayetlerine müracaat ettiğimizde pek çok sarhoşluğun bulunduğunu görüyoruz. Mesela “Günah sarhoşluğuna dikkat et.” buyuran Hz. Rasül'ün (s) sözlerindeki dinin hakikatini anlamaya kör ve bariz maarifi işitmeye sağır olan kişi gibi. Anlaşılıyor ki günahın da sarhoşluğu vardır. Öyleyse günaha bulaşan insanın tevbe etmeden namazlarında kalp huzuru bulunamayacağı bellidir. Dolayısıyla günahtan gusül ve teyemmüm yapmalı, abdest almalıdır.
Başka bir rivayette Emirulmüminin Ali'nin (a) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Sarhoşluk dört tanedir.” Şarap sarhoşluğu, mal ve servet sarhoşluğu, çok uyuma sarhoşluğu ve makam sarhoşluğu. Diğer bir nuranî beyanında ise şöyle buyurur: “Kudret ve ilim sarhoşluğu.” Çünkü insan ilmiyle sarhoş olabilir ve kendisini zamanın büyük âlimi sanıp diğer ulemaya haset besleyebilir. Yine “gençlik sarhoşluğu”na dikkat çekiyor. Bu nedenle fakihin dinin zâhirî hükümlerini istinbat etmek için ayet ve rivayetlerin zâhirinden istifade etmesi gibi, dinin ibadet ve itikatlarda bâtını olduğunu kabul ediyorsak, dinin bâtınını bize açıklayacak ve Kur'an'ın güzel beyanıyla dinimize ruh kazandıracak talimat ve hükümler mecmuasına da ihtiyacımız vardır.
Ayetullah Saadetperver (rh) şu ayeti çok tekrarlardı:
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin.”
Bu çağrının müminlere yapıldığına ve tahsis içerdiğine dikkat edilmelidir. “اسْتَجِيبُوا لِلهِ” kesinlikle ve kesinlikle Allah ve Rasülü'nün çağrısına cevap verin demektir. Bu çağrının vurguladığı şey nedir? “Size hayat verecek şeyler”. Size ruh, neşe ve yüksek akıl verecek şeyler. Sizi mertebe mertebe yükseltecek ve sonunda en yüce makam olan muhleslik makamına çıkartacak ve muhles olanların makamına oturtacak şeylerdir onlar. Hayat bahşedilmesi işte bu emirler vesilesiyle olacaktır. Bu bakımdan devamında şöyle buyurulur:
“Bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer.”
Yani bilin ki, Allah, bu emirlerin neticesinde sizi aynu'l-yakin makamına, hatta daha da üstüne, Allah'ın size kendinizden bile yakın olduğunu anlayacağınız yere, hakku'l-yakin makamına yerleştirir.
[1] Nebi (s) dedi ki: “Nefsini bilen Rabbini de bilir. Sonra o olmaksızın amelin sahih olmayacağı şeyin bilgisi vardır senin için. O da ihlastır.” (Biharu'l-Envar, Beyrut baskısı, c. 2, s. 32)
[2] Tasnifu Ğureri'l-Hikem ve Dureri'l-Kelim, s. 232.
[3] A.g.e., s. 233.
[4] “Ey müminler, size gereken kendinize dönüp bakmanızdır. Siz doğru yola girerseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır ve O size yapmakta olduklarınızı bildirecektir.” (Maide 105)
[5] Haşr 18.
[6] Haşr 19.
[7] Biharu'l-Envar, c. 67, s. 25.
[8] Vakıa 77-79.
[9] “Gerçekten o bizim nezdimizde bulunan ana kitapta mevcut yüce ve hikmet dolu bir kitaptır.” (Zuhruf 4).
[10] Bu makalenin özet olması nedeniyle delillere sadece değinilmektedir. Daha ileri araştırma için Allame Tabatabaî'nin eğitim ekolünün bir dizi konu ve prensiplerine başvurulmalıdır.
[11] Abdulaziz el-Karatisî'den: Ebu Abdillah (a) bana dedi ki: “Ey Abdulaziz, imanın basamaklar halinde on derecesi vardır. Bu basamaklar adım adım çıkılır. ”